Konu : Hepsinden iyisi...
Gönderen :
Siteden
Tarih :
6/22/2017 5:20:57 PM
.
SEMARKAND DERGİSİNDEN BİR YAZI...
“Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş
Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş.”
[(Anladım ki) cihan padişahı olmak (çabası) bir boş kavgadır. Hepsinden iyisi, bir Allah dostuna bağlanmak imiş.]
Bir veliye bağlanmanın cihan padişahlığından daha iyi, daha doğru, daha yüceltici olduğunu söyleyen kişi bir cihan padişahı ise biraz durup düşünmek gerekiyor. Öyle ya, dünya haritasına bakıp “Ne kadar da küçükmüş!” diyen, sekiz yılı biraz aşan saltanat döneminde Osmanlı topraklarını neredeyse üç kat genişleten, devlet hazinesini ağzına kadar altınla dolduran cihan padişahı Yavuz Sultan Selim Han söylüyor bunu. Âleme sultan olmuş birinin er eteğini tutanlara gıptası, gözümüzü nereye yahut neye dikmemiz gerektiğini anlatması bakımından önemli.
Tarih kitapları bu cengâver Osmanlı sultanının “Yavuz” tarafını fazlaca nazara verir de asıl hüviyetini, yani “Selim” yanını ihmal eder. Bu sebeple olmalı, mesela yukardaki mısralar Yavuz Sultan Selim’e ait midir, değil midir; öteden beri sorgulanır.
Yavuz’un “Selimî” mahlasıyla tertip eylediği Divan’ının Farsça olduğu doğrudur. Bize tevatüren ulaşan Türkçe birkaç şiir yahut beyti bizzat Yavuz mu yazmıştır, yoksa ona atfen başkaları mı söylemiştir, bilinmez. Esasen çok önemli de değildir bu. Çünkü Yavuz’un böyle düşünmeye, böyle söylemeye son derece müsait bir Selim tarafı vardır. Sadeliği seven, debdebe ve ihtişamdan hoşlanmayan bir padişahtır o. Şehzadeliği zamanından beri her öğünde tek çeşit yemek yer, ağaçtan tabaklar kullanır. Mercidabık zaferinden sonra Şam’da adına okunan Cuma hutbesinde, kendisini “Hâkimü’l-Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hâkimi) olarak vasfeden imamı, “Hayır, Hâkimü’l-Haremeyn değil, Hâdimü’l-Haremeyn (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi)” diyerek düzeltir. Mısır seferinden dönüşte, merasimle karşılanacağını bildiğinden gecenin bir yarısında gizlice girmiştir Topkapı Sarayına.
Yavuz, ikindi güneşine benzetilir. Ömrü kısa fakat gölgesi uzundur. Genç denilebilecek bir yaşta ölüm döşeğinde iken musahibi Hasan Can’ın, “Hünkârım, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eyleyip, O’nunla olacak zamandır” telkini üzerine sitemle, “Ya sen bizi bunca zamandır kimin ile bilirdin?” diyen bir mana sultanıdır aynı zamanda. Vefatına yakın günlerde devlet erkânının Rodos’a sefer teklifini duyunca “Bizim şimden gerü sefer-i ahiretten gayri seferimiz yoktur” (bizim bundan sonra ahiret yolculuğundan başka seferimiz yoktur.) diyebilecek kadar da keşf ü keramet sahibidir. Son anlarında Yasin-i Şerif’i ikinci defa okurken “Selâmün kavlen min rabb’ir-rahîm” ayetinde ruhu kabzedilerek imrenilecek bir hüsn-i hatimeyle göçüp gitmiştir yalan dünyadan.
Cihan padişahlığını da hakkıyla ifa etmiş bulunan Yavuz’un bu vazifeyi “kuru kavga” olarak nitelemesi, bir Allah dostuna bağlanmaya nispetledir. Yoksa bu hayatta hepimizin şu veya bu seviyede dünyevî sorumlulukları vardır ve bunları en iyi şekilde yerine getirmek de vazifelerimiz arasındadır. Telkin edilen, dünyevî vazife ve sorumluluklardan yüz çevirmek değil; baki olana, fani olana kıyasla öncelik ve önem vermemiz gerektiğidir.
Herhalde insanın şu fani dünyada erişebileceği en yüksek mevki cihan padişahlığıdır. Padişah-ı âlem olanın iradesinden daha üst bir irade yoktur dünya ölçeğinde. Kayıtsız şartsız bir hürriyet böyle bir makamda mümkün gibi görünmektedir. Buna rağmen Yavuz Sultan Selim Han, irade, imkân ve hürriyete en üst seviyede malik olunan böyle bir mevkiin karşısına, üstelik bundan daha âlâ bulduğu köleliği koymaktadır. “Birine veya bir şeye bağlanmak, raptolmak” manasına gelen “bende” kelimesi aynı zamanda “köle” demektir çünkü. Bir veliye bağlanmak tarzında dahi olsa, bendelik yahut köleliğin bu dünyadaki her şeyden, her makamdan, hatta cihan sultanlığından da üstün görülmesi izaha muhtaç bir tercih.
Bilindiği üzere “dünya” kelimesi “denî” ile aynı kökten gelir. “Seviye olarak en altta bulunan, en aşağıda yer alan” manasınadır. Dolayısıyla dünyalık mevki ve makamlar ne kadar yüksek görünürse görünsün, sonuçta bu “aşağı seviye”nin sınırları dahilindedir. Halbuki “velî” Allah dostudur. Velayet, Allah Tealâ’ya yakınlığı, bu yakınlık da dünyanın fevkinde bir yücelik yahut aşkınlığı ifade eder. Veliye bende olmak, elini alıp eteğini tutarak ona bağlanmaktır. Bir Allah dostuna bağlanan, bağlılığında samimi, rabıtasında ısrarlı ise mutlaka onunla beraber yücelir, dünyanın üstüne çıkar. Bu sebepledir ki evliyaullahın, Allah dostlarının izinde yükseklere kanat açanların mevkii, dünyanın aşağı seviyesine ve yükselmeye mani ağırlığına mahkum bütün makamlardan daha âlâdır, daha yücedir.
Öte yandan, bir Allah dostuna bağlanmak, sağladığı fayda bakımından da âleme padişah olmaktan daha âlâdır. Dünyanın kendisi gibi mevki ve makamları da fanidir. İnsan kulluğunu, ahiretini, ebedi hayatını unutacak derecede bütün mesaisini bu gelip geçici şeyler için harcarsa, dünya hayatını bir kuru kavga, boşuna bir çaba ile heba etmiş olur. Yaradılış gayemizi unutmadan dünya hayatını yaşamanın, kulluğumuzu ihmal etmeden dünyalık sorumluluk ve vazifelerimizi yerine getirmenin tek yolu ise istikamet üzere olmaktır. İstikamet, velilerin alamet-i farikasıdır. Allah dostlarının eteğine sıkıca sarılıp onlarla yol almak hem tarif üzere yürümekten daha âlâdır, hem ayağımızın kaymasına, kuru kavga ile ömür tüketmeye manidir.
Padişah-ı alem olmak yanında, Allahu alem, bir veliye de bende olmuş Yavuz Sultan Selim Han’ın tavsiyesine kulak vermek, Allah dostlarına bağlanmanın kadrini bilmek gerek. Çünkü yol tutmanın bundan iyi yolu yoktur.
|