.
Siz Değerli Büyüğümü Hürmetle, Saygı ve Sevgiyle Selamlıyor, Tüm Gönül Dostlarının bütün günlerinin hayırlara vesile olmasını diliyorum.
Gönül Sohbetleri Sitenizdeki Sizden Gelenler bölümünü başından beri dikkatle takip ediyorum.Sitenize ilk defa katılıyorum. Sürçü-lisan eder isem affola dileğiyle.
Başta siz olmak üzere siteye katılan, katkı veren değerli gönül dostlarının hepsinden Allah razı olsun. Bizlerin düşünce ve gönül dünyamızda yeni yeni pencereler açılmasına, hayatta tekamülümüzün olmasına ya da bu tekamülün hızlanmasına vesile oluyorsunuz.
Efendim ben Asr suresini çok seviyorum. Orta okul yaşlarımdan beri nedense bu sureyi neredeyse her gün okurum.”Yemin olsun asra ki hüsrandadır insan. Ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”
Bu sureden yola çıkarak hayatımda mümkün olduğu kadar hakkı söylemeyi hedeflemişimdir. Hatta bu yüzden incitilmiş, kırılmış yada yanlış anlaşılmışımdır. Ama vazgeçmemişimdir. Bu birazda yapı meselesi.
Burada, bu maili yazmama neden olan yine bu duygudur.Hatice Hakeri Hanımefendinin yazarak sormuş olduğu maili okudum ve sizin buna karşı verdiğiniz cevabı da dikkatle takip ettim. Sorulan soruya verilecek cevap benim naçizane fikrime göre bundan daha güzel, daha net, daha öz ve daha nazik ve ince olamazdı. Hatice Hanımefendinin size cevabını okuduğumda ise şaşkınlık ve üzüntü içindeydim. Yazılan, açıklanan , asıl olana işaret edilen tevhidi yaşamak konusunun yeterince algılanamamış olmasının ve bunun sonucu olarak savunma geliştirilip kendisine bir suçlama yapılıyor gibi kabullenilmesini doğrusu bir kaçış olarak değerlendiriyorum ve size haksızlık edildiğini düşünüyorum.
Duygularımızı, düşüncelerimizi iyi ifade edememiş olabiliriz, Armutu Elma gibi anlatmış olabiliriz.Ama karşıdaki insan Elmaya göre tepki verdiği zaman ‘ Niye Armuta göre tepki vermiyorsunuz’ diyemeyiz. Burada hatayı kendimizde aramak gerektiğini düşünüyorum.
Efendim; biz hataları çok olan insanlarız. Kul olduğumuza göre hatamızın olması kadar doğal bir şey olamaz. Önemli olan hatalarımızdan ders almak ve aynı hatayı bir daha yapmamaya, hata sayılarımızı azaltmaya çalışmaktır.Tekamülün bence anlamı da budur.
Burada sizler, bize yol gösterici, asıl olanı, doğru olanı işaret edici olarak görev yapıyorsunuz, tecrübelerinizi ve bu zamana kadar ki bilgilerinize göre bize Kur’an ve sünnet ışığında doğru yaşamanın, doğru bakış açısının nasıl olduğunu anlatıyorsunuz. Bunun için ne kadar teşekkür etsek azdır, hakkınızı ödeyemeyiz, lütfen helal ediniz.
Burada verilen cevapların sadece bir kişiyi ilgilendirdiğini düşünmüyorum, bütün okuyucular bu cevaplardan kendine göre bir çok anlam çıkarmaktadırlar, çıkarabilirler. Herkes kendine düşen payı alacaktır, alıyordur.
Allah (C.C.), bir kuluna bir şey göstermek istediği zaman, her yolu vesile eder ve gösterir.Göstermek istemez ise de bazı şeyler ne kadar anlatılmak istense de, ne kadar açık olsa da görülemez. Bu nasip işidir diye düşünüyorum. Demek ki anlaşılması, algılanması için, yaşama geçmesi için zaman var diye düşünüyorum.
Allah hepimize doğru görmeyi, doğru algılamayı ve bunu yaşamımıza katmayı nasip etsin. Amin.
Hürmetle ellerinizden öpüyor saygı ve sevgilerimi sunuyorum.
Ayla
--------------------------------------------------------------------------------
Sayın Sabri Tandoğan Efendi Hz'nin cevaben yazdıkları :
Sayın Ayla Hanım,
Efendim, sitemize hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz. Bir münasebetle düşüncelerinizi belirtmişsiniz. Teşekkür ederiz. Sitemiz kurulduğu günden bu yana kadar geçen zaman içinde şunu ortaya koymuştur: Biz kimsenin tekeli altında değiliz. Bizde inhisarcı bir görüş hiçbirzaman olmadı ve olmayacak. Her görüşe, her duyuşa, her hassasiyete açığız. Çünkü biz insana saygı duyuyoruz ve insana saygı duymayanların şeytana mensup olduğuna inanıyoruz. Divan edebiyatının en ince, en zarif şairi Şeyh Galip bir şiirinde
“Bir şulesi var ki şem-i canın
Fanusuna sığmaz asumanın”
diyor. Bir Kudsi Hadiste “Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım” buyruluyor. Kainatta herşey yaratıldıktan sonra insan var edildi. Ve bütün kainat insanın emrine müsahhar kılındı. İnsan için tekamülün, ilerlemenin, yücelmenin sınırı yok. İnsan o kadar yüce bir varlık ki yaratıldığı zaman melekler bile secde ettiler. Yalnız şeytan kabul etmedi.
Bizim sitemiz bir nakış iğnesinin ucunun milyarda biri kadar da olsa insanlığın topyekun tekamülüne, gelişmesine bir katkıda bulunmak istiyor. Yüce Rabbimiz inşallah nasib eder. İnsan yüce, çok yüce, inanılmayacak kadar yüce bir varlık. Çünkü insanda tecelli edenin Hak olduğuna inanıyoruz. Büyük Yunus, “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” diyor. Ve ilave ediyor, “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu”. Efendim, mesele burada. Bütün güzellikler, incelikler, yücelikler bizim kendi içimizde. Ama ona giden yol tevazudan, edepten, incelikten geçiyor. Hindistan’ın yetiştirdiği en büyük insan Mahatma Gandhi “Sabahleyin” diyor “evden çıkarken kendimi ayakkabımın üzerindeki bir toz zerresinden daha büyük görsem ağlayarak Allah’a sığınırım”. Evet efendim, Hakka giden yol önce edep ve tevazu kapısı ile açılıyor. Yaşayan bir veli zat, “Sabahleyin” diyor “evden çıkarken kendimi bu çevrenin en hatalı, en kusurlu, en günahkar insanı olarak düşünür, Allah’ım derim iyilerin yüzüsuyu hürmetine beni affet, beni de Hak yolunda yürüyenlerle beraber et”.
Evet efendim, edep ve tevazu kapısından geçmeden istediğiniz kadar okuyun, yazın, çizin, istediğiniz kadar ibadet edin, istediğiniz kadar zikir yapın yine de mana yolunda ilerleyemezsiniz. Benim çocukluğumda mahalle bakkalının duvarında “EDEP YA HÛ” levhası vardı. Hayat boyu dikkat ettim, gerek kadınların, gerek erkeklerin içinde en çok sevgi, saygı ve hayranlık duyduklarım hep edepli ve mütavazı insanlardı. Rahmetli yazar Samiha Ayverdi Hanımefendi sanki edebin erişilmez bir örneği gibi idi. Paşa Dede Hazretleri edebiyle kendini gören her insanda saygı ve hayranlık uyandırırdı. Rahmetli eşim Rana Hanım sanki edebin ve tevazuun bütün insanlık için, bütün kainat için müstesna bir numunesiydi. Kırkdört yıllık evliliğimiz süresince bile biz otururken ayak ayak üstüne atmadık. Rana Hanım bir kere bile abdest almadan yemek pişirmedi. Hayatında bir kere bile besmele çekmeden hiçbirşey tutmadı. Ve ömür boyu ne bir tabak, ne bir bardak, ne bir fincan kırmadı. Kimsenin dedikodusunu yapmadı. Kimseyi kıskanmadı. Kimseye haset etmedi. Kimseyi kırmadı ve kimseye kırılmadı. Herhalde insanlık edebinin erişeceği en son zirvelerden biri de kırmamak ve kırılmamak olmalı. Sonra sabır ve şükür geliyor. Sabır ve şükürle bütün kainat yepyeni bir anlam kazanıyor. Sabır ve şükürle bütün cihan renkle, ışıkla, şiirle doluyor.
Muhterem efendim, meydan okuyarak, benim diyerek, nara atarak hakikat aleminin ucuna bile varılamıyor. Hikayeyi bilirsiniz, bir zamanlar bir genç mahallesindeki bir kıza aşık olur. Yanar, tutuşur. Karar verir, kızın kapısını çalacak, aşkını söyleyecek, ona evlenme teklif edecektir. Gider kapıyı çalar, kız içerden seslenir: Kim o? Çocuk cevap verir. “benim, ben”. Kapı açılmaz. Çocuk çok üzülür, gider, günlerce ıstırabı devam eder. Bir süre sonra yine kızın kapısına dayanır. Aynı durum tekerrür eder. İkinci teşebüsünde de ümitleri boşa çıkınca nevmidiye kapılır ve intihar etmeye karar verir. Madem ki sevdiği kıza kavuşamayacak, yaşamanın ne anlamı kalıyor? Günlerce sokaklarda yıkık, perişan, dolaşır durur. Bir gün onun bu halini gören bir eski arkadaşı soru sorar, durumu öğrenir ve der ki “bizim mahallede evliyadan bir zat var, gidelim durumu anlatalım. Bakalım ne diyecek?” Ve giderler o zatın elini öperler, mesele anlatılır. O zat cevaben evladım der, sen bu kafayla elli kere de o kızın kapısını çalsan yine açılmaz. Sen benim, ben dediğin sürece hiçbir zaman sevdiğine kavuşamazsın. Şimdi git kızın kapısını çal, o sana kim o dediği zaman sen, sensin, hep sen diyeceksin. Ve neticeyi bekleyeceeksin”. Çocuk gider, denileni yapar ve kapı ardına kadar açılır, evlenirler, bir ömür boyu mes’ut ve bahtiyar yaşarlar. Küçük bir çocuktum, bu masalı annem bana anlattığı zaman. Aradan yıllar geçti, büyüdüm, ihtiyarladım. Ve bu masalda hayatın en büyük hakikatının gizlendiğini gördüm. İşin en ince nüansı bu kelimelerde sırlanıyor. Biz, ben dediğimiz sürece, benim, dediğimiz sürece hayat boyu mutsuzluğa mahkumuz. Yedi milyar insandan herhangi biri bunun tecrübesini yapabilir. Ve zaten çok büyük çoğunluğu yapıyor da. Mesele sen diyebilmekte. Şair Özdemir Asaf bir şiirinde
“Sen bana sen desen de olur,
Demesen de olur.
Ama ben sana sen diyeceğim
Düşün dur”
diyor. Bütün büyük sevgiler sen demekle başlıyor ve sen demekle devam ediyor. Büyük veli Muhammed Nur’ül Arabi Hazretleri bir sohbette birden kalkıyor, lavaboya gidiyor, ağzını yıkamaya başlıyor. Yıkama keyfiyeti bir süre devam ediyor. Sonra sebebi sorulduğunda “Evladım diyor, İslamda adettir, necis bir kabı temizlensin diye kırk kere yıkarlar. Demin konuşurken ağzımdan ben kelimesi çıktı. Ağzım necasetle dolduğu için şimdi onu temizledim”.
Eski İstanbul terbiyesinde “ben sahibim, malikim” kelimeleri pek kullanılmazdı. Mesela bir yalının önünden geçerken sorarlardı: “Efendim, bu yalı sizin mi, maliki siz misiniz?” Cevap verilirdi: “Efendim, emaneten oturuyoruz”. Bu güzellikler kayboldu. Şimdi ortada daha nikah memurunun önünde ayağa basma pisliği ile başlayan benliklerin çarpışmasıdır. Onun için evliliklerin çoğu bir savaş alanı gibi, iki taraf da keçi gibi diretiyor. Benim dediğim olacak. Hayır, benim dediğim olacak diye. Biz, bu kafayla hangi güzelliği yaşayabiliriz. Size birşey söyliyeyim mi; hiçbirini. Çünkü mutluluk kelebeği güzel çiçeklerin üzerine konar. Hayatta en büyük zenginlik, tek serveti elindeki yarım ekmek olan bir kimsenin kendisinden yardım isteyen insana yarısını verebilmesidir. Kıymetli yavrum, bir insan bu dört meş’aleyi yaktığı sürece mutluluğu taç gibi başında taşır. Allah hayat yolunda cümlemizin yardımcısı olsun.
Selam, sevgi, saygı ile.
Sabri Tandoğan
Aziz Ruhlarına Fatihalarla.