Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Yuvayı yapan dişi kuştur.
Gönderen : Sabri Babadan
Tarih : 9/4/2017 3:10:25 PM


.
SABRİ BABA İLE SOHBET
YUVAYI YAPAN DİŞİ KUŞTUR
Bir akşam yemeği sonrası Sabri Baba sorduğumuz bir soru üzerine anlatıyor:

Bir söz var çok önemli “yuvayı yapan dişi kuştur” diye. Hayvanlarda bile bu böyle. Burada yuvanın eşyası, şuyu, buyu değil tabi kastedilen. Bugün birçok evin düzenini sağlayan kadındır. Evi çekip çeviren, erkeğine destek olan, yol gösteren, yardımcı olan kadındır.

Meselâ kadın kocasını vezir de eder, rezil de eder denilir. Bu çok doğru bir söz.

− Aynı erkeği??

Sabri Tandoğan Efendi Hz:

− Evet. Aynı erkek bir kadın tarafından vezir de edilebilir, rezil de.

− Efendim, bir şey soracağım izninizle ama torpil yapmak yok Rânâ Anne’ye…

− Sor bakalım.

− Siz de Rânâ Hanım’la evlenmeseydiniz bugünkü Sabri Bey olabilir miydiniz?

− Olamazdım yavrum, biliyorsun ben her şeyi olduğu gibi söylerim.

− Peki ne kattı size, hayatınıza?

Sayın Büyüğümüz bazı örnekler veriyor:

− Meselâ yavrum, ev almıştık, elimizde kalan para ile ancak ekmek alabiliyorduk. Onu da musluk suyu ile birlikte yiyorduk. Perde alacak paramız olmadığı için, ben bazı pencereleri ga­zete kâğıdı ile kaplamıştım. Düşün, koskoca Danıştay savcısı bir hanım, ben böyle bir evde oturmam demedi. Ben hayatım boyunca kimseden borç almadım. Bana bu konuda da destek oldu. Elimiz genişleyinceye kadar böyle idare ettik. Bir gün yine ekmekle su yemek için oturmuştuk ki kapı çalındı, komşumuz Cemal Tural’ın eşi Suna Hanım elinde üzerine tavuk didilmiş bir büyük tabak pilâvla geldi. Rânâ’yla çocuklar gibi sevindik. Güle oynaya pilâvımızı yedik.

Nermin Hanım:

− O pilâvı Allah göndermiş demek ki.

− Herhalde yavrum.

Tabloyu netleştirebilmek adına sorularımızda ısrar ediyo­ruz…

− Ama siz Rânâ Hanım olmasa da bir ev alırdınız, yine borç yapmazdınız. Yine gerekiyorsa, pencereye perde alana kadar gazete yapıştırırdınız. Borcunuzu ödeyene kadar kuru ekmek yerdiniz.

− Yavrum, benim demek istediğim Rânâ bana hayat yolunda her konuda destek oldu. Evet doğru, ben o olmadan da bir ev alırdım. Daha küçük bir ev olurdu belki. Yine aynı şekilde borç yapmazdım, yine kuru ekmek yerdim. Ama onun her konuda benimle paralel bir çizgide yürüyerek hayat yolunda bana des­tek olması bana çok büyük bir kuvvet verdi. Ben Rânâ ile beraberliğimde öyle mutluydum ki, dünyanın en mutlu insanı bendim. Her an cennette gibiydim. Bir tek gün ona kalk bana bir bardak su getir bile demedim.

− İsteyebilirdiniz ve o da memnuniyetle getirirdi.

− Doğru. Getirirdi. Ama ben isteyemedim yavrum. Çünkü ona çok büyük bir saygı ve hayranlık duyuyordum. Yanında bir şeyh efendinin karşısında gibi edep içinde oturdum hep.

Nermin Hanım:

− Bu saygıdan kaynaklanıyor. Sabri Babam çok büyük bir saygı gösteriyordu. Ama o da size karşı çok büyük bir hürmet içindeydi Babacığım. Bir kere olsun sözünüzü böldüğünü duy­madım. Sizi saygıyla dinlerdi. Her şeyi nasıl yapması gerektiğini sorardı. Meselâ Sabri derdi, bu limonatayı içeyim mi, içmeyeyim mi? Sabri Babam da içme Rânâ, midene dokunur deyince bırakırdı.

− Hem maddî, hem de mânevi her konuda sorardı Rânâ. Her konuda istişare ederdik.

Mesela bazı yakınları bana tavır koymuşlardı ama Rânâ “Hayır,” dedi. “Siz hatalısınız. Ben Sabri’nin yanındayım.”

Nermin Hanım:

− Bir gün Kurban Bayramı idi. Dolu bir tabak kavurma et getirilmişti. Rahmetli eti çok severdi. Sordu: “Sabri, yiyeyim mi?” dedi. Sabri Babam da “Yarısını ye Rânâ” deyince çatalıyla tam ortadan ayırdı, eti çok sevmesine rağmen diğer yarıya hiç do­kunmadı. Aralarında böyle karşılıklı çok büyük bir sevgi, saygı vardı.

− Efendim, bir gönül dostu anlatmıştı, siz ev içindeyken çok basit de olsa bir işi yapacağınız zaman birbirinize bilgi verir­mişsiniz. Meselâ ben şimdi şu iş için filân tarafa geçiyorum gibi...

− Evet yavrum.

− Bu evliliği bunların dışında da hep beslediniz, hep canlı tuttunuz değil mi? Hep yeni bir şeylerle tazelediniz.

− Gayet tabi. Kıymet bilmek karşılıklı olarak çok önemli. Meselâ Hz. Hatice Annemiz gibi muhteşem bir kadının ikinci kocası alkolikti. Onun değerinin farkına bile varamamıştı. Sonra o adamdan ayrıldı. Resulullah Efendimizle kâinatın en muh­teşem evliliğini yaptı.

Bir kadına değer vermek, onun ruh halini çözmeye çalışmak, ona yerine göre anlayışlı davranmak ve bir evliliği en güzel bir şekilde götürmek kolay iş değildir. Ama insana çok büyük bir olgunluk verir.

Abdulhakim Arvasi Hazretlerine, Peygamber Efendimizin Hz. İsa’ya üstünlüğü sorulduğunda, bir özelliğinin de evlenmiş olması olduğunu söylüyor.

Sohbetin bu noktasından sonra Sayın Büyüğümüzle Anka­ra’yı gece ışıklandırılmış hali ile bir süre seyrediyoruz. Ramazan başından bu yana şehir ve şehrin bütün ışıkları adeta her gün yıkanıyormuşçasına parlamış hissi veriyor. Hemen aşağıda yer alan büyük havuzdaki suya yukarıdan bakıldığında, adeta bir âhenge kapılmış gibi ritmik hareketler görülüyor ve bu hare­ketliliğin ihtişamı suya yansıyan mavi, kırmızı ve yeşil renklerin uyumuyla daha bir belirginleşiyor. Sular oynak hareketlerle renkten renge girerek adeta bu zikir tablosunu tamamlıyor. Sayın Büyüğümüzle bu noktadan itibaren varlığın zikri üzerine sohbetimizi sürdürüyoruz.

− Efendim, Ramazan’da etrafın önceki günlerden çok daha arı duru görünmesi, her yerin yıkanmış gibi durması, rahmet yağdığına mı işaret?

− Hakikaten de etrafta belirgin bir parlaklık var. Muhteşem bir görüntü var. Bu da tabi bir rahmetin sonucu.

Bir süre havuzdaki suya yansıyan renkleri ve suyun üze­rinde oynaşan hareketliliği izleyerek:

− Efendim, bir İstanbul ziyaretimizde Adalardan vapurla dö­nerken denizin üzerinde hat yazısını andıran ve kendini tekrar eden kıvrımlar oluşuyordu. Şimdi bu akşam da havuzdaki su sanki bir zikir hali içinde olduğu izlenimini uyandırıyor. Ne der­siniz?

− Öyle yavrum, her şey, her an zikir halinde.

− Bir Âyette de geçiyor değil mi Efendim, “Her biri kendi zikrini bilir” mealinde. Bu Âyeti nasıl izah ederiz?

− Her varlığın yaratılışı farklı olduğu gibi, zikri de ayrıdır yavrum. Her bir yaratılışın kendine özgü bir zikri vardır.

− Suyun hârelenmesi de onun bu zikrine mi işaret?

− Evet yavrum.

Havuz kenarında uzanan renkli projeksiyonlarla aydınla­tılmış çam ağaçlarını işaret ederek:

− Çamların bütün gece boyunca böyle renkli ışıklarla ay­dınlatılması, sanki onların uhrevî dünyalarını gözönünde bıra­kıyor gibi. Bundan rahatsız oluyorlar mıdır acaba?

− Oluyorlardır tabi. Onların da kendilerine göre bir mânevi dünyaları var.

Sayın Büyüğümüz akşam çayını yudumluyor. Getirdiğimiz çayın tabağındaki küçük bir su damlasını işaret ederek:

− Bunu değiştir yavrum.

Tabağı diğer bir kuru tabakla değiştiriyoruz. Sayın Büyü­ğümüz çay tabağı altı olarak bir yurtdışı seyahatinde alınmış bambu tabakları tercih ediyor ve bu tabaklar için çok itina gösteriyor.

− Efendim, siz cam veya metal tabak altlarını kullanmayı sevmiyorsunuz. Çay bardağını bırakırken çok itina ile, yavaşça bırakılmazsa, haliyle cam veya metal altlıktan bir sürtünme sesi çıkıyor ama bu bambunun yumuşak dokusunda olmuyor. Bu durumda çıkan ses, o eşyanın zikrinin rahatsız edilmiş olma­sından mı ileri geliyor? Camın zikrini rahatsız etmek daha kolay diyebilir miyiz meselâ?

− Öyle yavrum.

− Bazen insan yanındaki gürültüden çok rahatsız oluyor, meselâ poşet hışırtısı gibi, çok yüksek sesle konuşulması gibi. Bu da insan bedenindeki bütün hücreleri etkiliyor ve rahatsız ediyor anlaşılan?

− Tabi.

− Efendim, başka bir yönden de bambu ile camı iki ayrı karakterde insana benzetebilir miyiz? Biri olaylar karşısında yumuşak tavrıyla sorun çıkarmayan, diğeri ise küçük bir incin­mede bile hemen ciyaklamaya başlayan.

− Doğru. Benzetebiliriz.

− Efendim, bir gün dışarıda bir yerde oturuyorduk. Oradaki masalardan birinden kalkan bir hanım sandalyelerden birini çektiğinde, çok rahatsız edici bir ses çıkmıştı. Siz de bunun üzerine, o sandalye şimdi onu bu şekilde çeken o hanıma küfrediyor demiştiniz.

− Evet, hatırladım.

− Efendim, Haluk Nurbaki Hoca da bir kitabında “Aman,” diyor, “yere basarken ayaklarınızın altında bir orkestra salonu olduğunu unutmayın. Yavaş ve yumuşak basmaya gayret edin.” böylece yerdeki taşın, toprağın da zikrini rahatsız etmeyecek azami gayretin gösterilmesi gerektiğine işaret ediyor?

− Yavrum, sâde taş, toprak da değil, her şey, canlı, cansız dediğimiz bütün varlıklar zikir halinde.

− Kur’an-ı Kerim’de de bir Âyette, bazı taşların Allah kor­kusuyla durdukları yerden yuvarlandıkları anlatılıyor. Biz ise bunu gördüğümüzde, basit bir kayma fiili gibi algılıyoruz.

− Ah yavrum, ah.

− Efendim, Hatice Hanım anlatmıştı. Siz bulaşık yıkarken her çatalı, kaşığı ayrı ayrı bırakırmışsınız, hiçbiri birbirine değ­meyecek şekilde. Yani sanki iki insana muamele eder gibi ayrı ayrı ve edeple...

− Yavrum, ben bulaşık yıkarken tabakları, kaşıkları hiçbiri birbirine değmeyecek şekilde ayrı ayrı bırakırım ve incitmeden tek tek durularım. Çünkü onlara çok büyük saygı duyarım. Bazı kadınlar hepsini birlikte sudan geçiriyor.

− Böylece eşya da rahatsız edilmemiş oluyor. Efendim, peki, siz bir de evde çıplak ayakla yere basılmasına müsaade et­miyorsunuz. Niçin?

− Çünkü ayak temizliği çok itina istiyor. Bir evde tuvalet hariç, her yer namaz kılınabilecek kadar temiz olmalı. Çünkü evin her yerinde namaz kılınması çok önemli.

− Bu bütün evde bir nur ve mânevi huzur hali oluşturuyor diye mi?

− Öyle yavrum.

Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Aziz Ruhları Şad Olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]