Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Madem ki doldurmaya geldik testimizi, gitmesin ellerimizde bomboş
Gönderen : Çiğdem
Tarih : 9/15/2017 10:02:31 AM


.



Muhterem Büyüğüm,önce selam eder, hürmet ve sevgilerimi sunarım.





Sayın büyüğüm, geçen gün çıktığım bir alışverişte dikkatimi çeken hususları size yazmaya karar verdim. Hatırlayabildiğim kadarıyla siz bir sohbetinizde eskiden Ankara’da alış veriş için mağazaların önünden geçenlere dahi mağaza sahiplerince çok ince ve nezih davranıldığından bahsetmiştiniz, ve Ulustaki mağazaların girişlerinde müşterilere gül suyu ve kolonya ikramları yapıldığını anlatmıştınız. Bugün ise alışverişlerde ne mağaza sahipleri tarafından müşteriye ne de müşteriler tarafından mağazaya girince mağaza sahiplerine gereken nezaket ve inceliğin gösterilmediğine tanık oluyoruz. Mesela bazan bir giysi almak için giriyorsunuz, mağazada tezgahtarlar zoraki sözlerle cevap veriyorlar, veya alış veriş yapıldıktan sonra bir iyi günlerde kullanın gibi bir nezaket cümlesini bile müşteriye çok görüyorlar. Bazan da müşteriler içeriye öyle bir suratla, selamsız sabahsız giriyorlar ki orada bir güzel alış-verişin yapılmasına ta baştan ihtimal kalmıyor.










Sayın büyüğüm, bu durum aslında genel olarak birçok yerde de geçerli. Bugün artık kimse gereği gibi karşısındaki kimseye teşekkür etmiyor, yerine göre bir sabah selamı, veya bir işyerine girerken güleryüzle girmeyi, iyi dileklerde bulunmayı gereksiz buluyor. Bilmiyorum efendim, bizler bu güzellikleri toplumsal hayatımızda nasıl geri kazanabiliriz? Çok değerli düşüncelerinizi almak isteriz efendim.










İnşallah Allah hizmetlerinizi bereketli ve daim kılsın, Sizi ve sizin gibi büyüklerimizi başımızdan hayırlar, sağlık ve afiyetler içinde eksik etmesin niyazı ile iyi günler, saygılar...















Çiğdem





--------------------------------------------------------------------------------





Sayın Sabri Tandoğan Efendi Hz'nin cevaben yazdıkları :





Kıymetli yavrum,


O kadar önemli bir konuya değinmişsin ki, bu anlattığın husus toplumdaki iyi adına, güzel adına, temiz, asil, büyük, yüce adına yıkılan, kaybolan değerlerin sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Sebep-sonuç ilişkisi. Bir insanın içinde bu değerler kalmamışsa dükkanına gelen bir kimseye, apartmandaki komşusuna, eşi vefat eden akrabasına, alış veriş ettiği esnafa, çocukluk ve okul arkadaşlarına, arabasına bindiği taksi şöförüne nasıl sıcak davranabilir, hatır sorabilir, gönül açıcı, ferahlık verici bir konuşma yapabilir? Bunlar hep birbirine bağlı şeyler. Hayat kumaşı o kadar ince örgülerle, o kadar ince ipliklerle yapılıyor ki en ufak bir aksama derhal kendini belli ediyor. Aslında bütün insanların beklediği aynı şey: Biraz sevgi, biraz saygı, biraz incelik. Eskiler buna yarım elma, gönül alma derlerdi. Gençlik yıllarımda ticaret merkezi Ankara’da Ulus meydanı idi. Karpiç lokantasının yanında Kiğılı mağazası vardı. O kadar güzel gömlekler, kravatlar getirirdi ki seyrine doyum olmazdı. Bir rüya, bir masal, bir şiir gibiydi. Kapıdan içeri girdiğiniz zaman kendinizi imparator sanırdınız. O kadar içten, samimi, sıcak bir karşılama idi bu. Hemen ikram teklifinde bulunurlardı. Mevsimine göre çayınız, gazozunuz önünüze gelirdi. İster bir giyim eşyası alın, ister almayın bir imparator gibi kapıdan uğurlarlardı. O günlerin Ulus’unda bazı dükkan sahipleri gelip geçenlere gülsuyu, kolonya dökerlerdi. Bir dükkan sahibinin tebessümü hala hafızamdadır. Sıcak, bembeyaz, tertemiz bir tebessüm. Yarabbi, o günler ne kadar güzelmiş. O günlerde insanların kalbinde bir sevgi, bir saygı, bir edep, bir yumuşaklık varmış. Şimdi bir mağazaya giriyorsunuz buz gibi soğuk bakışlar sizi karşılıyor. Sanki bir suç işlediniz, sanki büyük bir kabahat yaptınız. İnsanlar nakil vasıtalarına binerlerken, inerlerken bir robot gibiler. Oysa bir selam vermenin, hal hatır sormanın, estetik güzelliğin yanıra sağlık bakımından da ne kadar faydalı olduğunu bir öğrenebilsek. Teşekkür etmedeki sıcaklığı, güzelliği bir farkedebilsek. Ne yazık ki günümüz insanları böyle korkunç bir egoizm, bencillik, nobranlık, firavunluk sınırlarını bile aşıyor. Geçen gün, çok sevdiğim, saydığım bir dost anlatmıştı. Onların apartmanında onaltı daire varmış. Kimse kimseye selam vermiyormuş. Ne yazık ki hepsi de üst düzey insanlarmış. “Allah Allah”, dedim, “vakti zamanında bir tane firavun varmış, şimdi yalnız sizin apartmanda onaltı firavun oturuyor” dedim. Anlatan şahıs, birden bozuldu “ne yani”, dedi, “ben de mi”. “Evet”, dedim, senin içindeki güzellikler, incelikler ölmeseydi en azından o onaltı rakamı onbeşe inebilirdi”. Anlıyamıyorum, niye biz başkalarını örnek alıyoruz. Başkaları şöyle yapıyor, böyle yapıyor, bize ne? Biz orada neden iyinin, güzelin, asil, büyük ve yüce olanın temsilcisi olmayalım. Başkalarını ithamla ne kazanıyoruz, acı söz, kaba davranışın getirisi nedir? Siyasileri düşünürüm, karşılıklı olarak kaba sözler, çirkin benzetmeler, kırıcı, itici davranış örnekleri. Birisi kendini tutsa, sinirlerine hakim olsa, karşı tarafa son derece ince, zarif, kibar davransa, beyefendilik örneği verse ne kaybederiz? Bu misaller alabildiğine çoğaltılabilir, netice değişmez. Biz, insanlardan söz değil, iş bekliyoruz. Güzel davranış örnekleri bekliyoruz. Çünkü buna hepimiz muhtacız. Çünkü hepimiz bunun beklentisi içindeyiz. Yunus Emre,










“Söz ola kese savaşı





Söz ola kestire başı





Söz ola ağulu aşı





Yağ ile bal ide bir söz”










diyor. Peki, neden bu güzel örnekler bizden tecelli etmesin, elimizi tutan mı var? Rehber olarak, örnek olarak çağımızın hasta, zavallı insanlarını alacağımıza, niye Resulullah Efendimizi, O’nun izinde giden velileri almıyoruz? Bu çalım, bu caka, bu nobranlık niye? Önümüzde kaç gün kaldı biliyor muyuz? İyinin ve güzelin, efendiliğin, yüceliğin özlemi içinde isek neden herşeyi başkalarından bekliyoruz? Neden firavunluğa soyunuyoruz. Biz, karanlığa küfredeceğimiz yerde kendimiz bir mum ışığı olabilsek daha güzel değil mi? Bir İslam büyüğü, “insan”, diyor, “Allah’dan uzaksa sarayda bile olsa zindandadır, eğer Allah’la beraberse zindanda bile kalsa saraydadır”.





Kıymetli yavrum, olay bu. Biz örnek olarak şunu bunu değil, Peygamber Efendimizi alalım. O’nun yolunda giden “sonsuzluk kervanı”nın yolcularını alalım. İşte geldik gidiyoruz, bir süre sonra topraklara basmayacağız, bu ekmeği yemeyeceğiz, bu suyu içmeyeceğiz. Yeni, yepyeni bir hayat başlayacak. Orada her yapılan hareketin, her söylenen sözün hesabı verilecek. Hazır mıyız? Şair Özdemir Asaf,










“Bir gün herkes kendi bahçesine derlerse, hazır mısınız” diyordu.










Acaba siz hazır mısınız, ben hazır mıyım, bizler hazır mıyız? Hiç sanmıyorum. Neden bir güzelliği yaşamıyoruz. Nefsin yolunda gitmek bize ne kazandıracak, bir düşünsek, bir muhakeme etsek. İnsanlar birkaç saatlik bir pikniğe gitmek için bazan günlerce hazırlık yapıyorlar. Bir aile börek yapıyor, bir aile köfte yapıyor, bir aile yumurta kaynatıyor, bir aile peynir getiriyor, bir aile meyve getiriyor. Peki bizlere ne oluyor? O büyük yolculuğa çıkmak zamanı geldi, sıramızı bekliyoruz, ne götüreceğiz, ne hazırlığımız var? Hayatta yaşarken kimin gözyaşına ortak olduk, kimin acılarına merhem olduk, ekmeğimizi kiminle bölüştük, hangi dertli, sıkıntılı insanın ıstırabını paylaştık, soruyorum sizlere.





Bugüne kadar olanlar oldu. Hiç olmazsa bundan sonrasını kurtarmaya çalışalım. El ele verelim, sevgiyi karşıdan beklemeyelim. Biz gösterelim. Saygıyı başkalarından beklemeyelim, biz örnek olalım. Kırılan, incinen, gücenen biz olsak da yine barış elini uzatan, hoş gören, affeden, bağışlayan biz olalım. Ne kaybederiz?










“Madem ki doldurmaya geldik testimizi





Gitmesin ellerimizde bomboş”










Kıymetli yavrum, söyleyeceklerim bu kadar.





Selam, sevgi ve saygı ile.










Sabri Tandoğan





Onun ve Hakka Göçen Ailesinin Aziz Ruhlarına Fatihalarla.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]