SABRİ BABA İLE BİR RAMAZAN AKŞAMI SOHBETİ
Sohbette Bulunan kıymetli Vahap Ağabeyimizi de Sabri Babamızla beraber rahmetle, dualarla anıyoruz...
SAYIN BÜYÜĞÜMÜZ SABRİ TANDOĞAN’LA RAMAZAN SOHBETLERİ
Bu akşam Sayın Büyüğümüz ve bir önceki sohbette bulunan çok değerli bazı gönül dostları ile ilköğretim ve lise öğrencisi iki genç kardeşimizle beraberiz.
-Yemekler dün akşamkine göre biraz zayıf kalmış değil mi efendim?
-Yavrum, yemeği yapan kişi aşk duyacak. Onu her hazırlayışında bir öncekine göre nasıl daha güzel yapabilirim diye düşünecek, bunun için içi titreyecek. Bu olmazsa olmuyor.
Rana vefatından kısa bir süre önce bana bir şehriye çorbası pişirdi. Yemeye doyamadım. “Nasıl oluyor bu Rana böyle bir çorba?” dedim. “O çorbanın arkasında altmış yıllık bir tecrübe var Sabri.” dedi.
-Efendim, burada çok genç kardeşlerimiz var. Onlara hayat yolunda nasıl davranmaları lazım, daha çok erken yaşta başlayan ve çoğunda tek ölçüt dış güzellik olan kız ve erkek arkadaşlığı konularında neler söylersiniz?
-Fakültede okurken bir kızı beğeniyordum ama o kıza o zaman nasıl bunu söylebilirdim? Ben daha öğrenciydim. Evden çıkarken annemden harçlık alıyordum. Kendi ayaklarım üzerinde durmadan nasıl olur da bir kıza evlenme teklif edebilirim diye düşündüm. Henüz okulum devam ediyor... Sonra okul bitti. Ekmeğimi kazanmaya başladım. Allah işe başladığım gün Rana’yı karşıma çıkardı. Onu görür görmez sevdim ve onunla evleneceğime inandım.
Bugün toplumda evlilik ölçüleri çok yanlış. Neymiş efendim, kız güzel mi oğlan zengin mi. Kimi de mevki, makam, şöhreti için tercih ediyor karşı tarafı. Oysa manevi eğitim almamış iki insan arasında bir güzellik yaşanması mümkün değil. Güzellik için evlendiğinde sonra daha güzel birisi ile karşılaşınca her şey bitiyor
Hayatta her şeyin bir sırası olacak. Yoksa hayatımız alt üst olur. Şeftali bile vaktinden önce koparılırsa bir tadı olmaz. Vakti gelince, olgunlaşınca koparılacak.
-Efendim, bir anekdot okumuştum. Bir gün bir okulda hoca derse elinde büyük bir kavanoz ve bir torba ile gelir. Önce kavanozu çocuklara gösterir, dolu mu boş mu diye. Çocuklar hep bir ağızdan bağırırlar, boş olduğunu söylerler. Sonra hoca torbasından iri taşlar çıkarır, kavanoza yerleştirir. Tekrar kavanoz boş mu diye sorar. Çocuklar dolu derler ama hoca kabul etmez, “Hayır,” der. “Kavanoz hala boş.” Sonra daha küçük ebatlı taşlar çıkarıp kavanoza yerleştirir, tekrar sorar aynı soruyu. Bu defa akıllanan çocuklar kavanozun boş olduğunu söylerler. Bu şekilde hoca kavanozda kalan en küçük boşlukları da kumla doldurduktan sonra çocuklara tekrar sorar. Bu defa çocuklar kavanozun artık dolduğunu söylerler. Hoca yine kabul etmez ve kavanoza aldığı kadar da su koyduktan sonra “İşte çocuklar,” der, “kavanoz şimdi doldu.” Sonra yapılan bu deneyin sebebini anlayamayan çocuklara durumu izah eder: “Bakın,”der, “bu kavanoz sizin hayatınız. O ilk koyduğum büyük taşlar da sizin olmazsa olmaz hedefleriniz. Eğer ben kavanozu baştan kum ile doldursaydım asla bu büyük taşları yerleştiremezdim. Hayatta her şeyin bir sırası olacak. Bu büyük taşlar sizin için okulunu bitirmek, bir meslek sahibi olmak, kendi ayakları üzerinde durabilecek şekilde kendi hayat düzenini kurmaktır. Diğer taşlar ise sizin daha sonrası ile ilgili hedeflerinizdir. Onlar da zamanı geldiğinde kavanozda kolayca yerlerini alacaklardır.”
-Efendim, bir de gençlerde çok büyük bir özenti oluyor televizyonda gördükleri sanatçıların hayatlarına özeniyorlar. Onların çok mesut, çok mutlu bir hayatları olduğunu sanıyorlar. Şovmen Beyaz bir programında çok güzel bir örnek vermişti bununla ilgili: Ankara balık ve sebze halinde martılar olurmuş. Tabi bu olağandışı bir durum. Meğer o martılar daha Samsun’da deniz kenarında kamyonlara balık yüklenirken kamyonların peşine takılırlarmış bir iki balık kapabilmek için. Böylece Samsun’dan Ankara haline kadar takip ederlermiş kamyonları. Haliyle bu yorucu yolculuktan sonra geri dönme imkânı kalmadığı için geldikleri yerin zor şartlarına mecburen katlanmak zorunda kalırlarmış. “İşte,” demişti Şovmen Beyaz, “Gençlerimiz, genç kızlarımız da televizyonlarda bizi izledikleri zaman, çok neşeli, hayat dolu, güzel giyinmiş olarak gördükleri zaman bizim gibi olabilmek hayaliyle yollara düşüyorlar ama sonra iş işten geçiyor. Artık bir daha ne eski hayatlarına geri dönebiliyorlar, ne de geldikleri yerde bir mutluluğu, bir güzelliği yaşayabiliyorlar. Kirli bir hayatın içinde buluyorlar kendilerini ve bir daha da çıkamıyorlar.” “Oysa işin iç yüzünü bir bilseler…” diye de eklemişti…
-Çok güzel bir örnek vermiş.
-Efendim, sormak istediğim bir şey var, sevgilerin ispat edilmesi gerekli midir?
-Gayet tabi. Sevginin ispat edilmesi lazım. Ferhat Şirine aşkını açtığı zaman Şirin “Öyle hemen olmaz, aşkını ispat et. Bana şu dağları delip su getirirsen ancak o zaman senin olmayı kabul ederim.” dedi. Ferhat vakit geçirmeden işe koyuldu ve suyu dağdan çıkardı nihayetinde.
-Efendim, Ferhat’ın dağda açtığı su yolları, Amasya’dadır bilirsiniz. Bilmem gördünüz mü?
-Efendim, böyle kalem gibi açılmış. Adeta bir optik ölçüm cihazıyla işaretlenmiş gibi, oyuklar muntazam.
-Eee, o yoldan gelecek su Şirin’e sunulacak…
Biz rahmetli eşimle kâinatın en muhteşem ikinci evliliğini yaşadık. Bugün bir aşkı tam mânâsıyla yaşayan kaç kişi var?
-İnanmayan bir insanın aşkı için ne düşünülür?
-İnsanın sevgisi imanı ölçüsündedir yavrum. Ben bir ateistin âşık olabileceğine, sevebileceğine inanmıyorum. Kim aksini iddia ederse çıksın karşıma.
İki taraf da manevi eğitim almış olacak gerçek aşk için. Böylece saygı, sevgi, sabır ve şükür zamanla büyük bir aşka dönüşür. Önce saygı duyar insan sonra bu sevgiye, sonra aşka dönüşür. Saygı duymadığımız bir kimseyi gerçek manada sevemeyiz.
-O hepsini içine alan bir şey. Biz kusursuz muyuz, tabi herkesin bazı kusurları olacak. Bunun olmaması mümkün değil.
-Efendim, siz bir sohbetinizde hiçkimse bir başkasından kendini daha üstün göremez. Çünkü her insanın kendine özgü farklı meziyetleri vardır diye anlatmıştınız.
-E yavrum, işte Yunus “Tehi görme hiç kimesneyi, hiç kimesne tehi değil”, diyor. Her insanın muhakkak başkasında olmayan bir üstün tarafı vardır. Biz kendimizi nasıl bir başkasından üstün görebiliriz? Hem kimde ne olduğunu bilemeyiz. Belki de o kimsedeki o özellik bizim çok ihtiyaç duyduğumuz bir hususta olabilir
-Önyargılar bunları düşünmemizi engelliyor değil mi Efendim?
-Efendim, ben de size bir soru sormak istiyordum, hikmet nedir?
-Hikmet yaşanan bütün incelikler ve güzelliklerdir yavrum.
-Efendim, dün akşam siz “Her konuda aradığınız cevapları benim Gönül Sohbetleri kitaplarımda bulabilirsiniz.” demiştiniz, ben de öyle yaptım. Açtığım bir sayfada “Bir manevi büyükten hikmet talep edin ki onunla görün, onunla işitin.” yazıyordu. Ben de sizden hikmet talep etmeye karar verdim Efendim.
- … (Sayın Büyüğümüz sükûtu tercih ediyor…)
-Efendim, siz manevi büyüğün nazarı önemli diye anlatmıştınız. Bu durumda gözlerini çevirmemek mi lazım? Hikmetin manevi büyüğün gözlerinden talebenin gözlerine akması söz konusu olabilir mi? Bir de manevi büyüğün özellikle yaptığı bir ikramın alınması hususu var. Bu da verilen kişi için önemli herhalde.
-Efendim, oysa bize edeben aksinin daha doğru olduğu öğretildi, yani manevi büyüklerin yüzlerine bakmamak konusunda?
-Olmaz yavrum. O bakışlar çok önemli. Aklı olan böyle yapmaz. Bu akış bir an içinde olur, bazen velî zâtın çok bir küçük hareketi insanın içinde çok büyük bir akım oluşturabilir. Ömer Efendi Hocanın abdest alışını, kollarını sıvamasındaki inceliğini görünce ona âşık oldum. Hemen ona daha yakın olabilmek için bütün gece namaz dualarını ezberleyip ertesi sabah, sabah namazında arkasında saf durdum. Namazdan sonra arkasını cemaate dönüp yüz yüze geldiğimizdeki gülümseyişi üzerinden yıllar geçti ama hâlâ beni etkilemeye devam ediyor.
-Ben de kendi hayatımdan bir örnek verebilir miyim Efendim?
-1997 Yılı temmuz ayı idi. Bir sohbetinize çağırdı bir arkadaşım. O zaman sizi tanımıyordum. O günlerde çok büyük zorluklar yaşıyordum hayatımda, çok zor günlerdi benim için.
Sohbet sırasında sizden ve Rana Anne’den çok etkilenmiştim. Belki edep dışıydı ama bir an için merak ederek “Sizin çocuğunuz var mı?” diye sordum. Bunun üzerine elinizi Rana Annenin saçlarında hafifçe gezdirerek okşadınız ve gülümseyerek “Biz, birbirimizin çocuğuyuz.” dediniz.
O an içimde bir şeylerin değiştiğini hissettim. Bütün bunlardan çok etkilenmiştim…
Babamın hareketleri, oturuşu, konuşma üslubu ile hayatım bir anda değişti. O günden sonra artık insanların saçları parlıyordu sanki her yer daha renkli görünmeye başlamıştı... İçimdeki sevgi boşluklarının bir anda dolduğunu hissettim.
-Demek ki o büyük sevgiden size bir kıvılcım aksetmiş ve o yansıma bile sizi çok etkilemiş Nermin Hanım.
Yavaş yavaş sohbetimizin sonlarına doğru yaklaşırken soruyoruz:
-Efendim, sofrada dökülen taneleri toplamak neden önemlidir?
- Yavrum, bereket o tanede olabilir. Allah’ın Hay esması en çok o tanelerde tecelli etmiş olabilir.
-Efendim, bir Hadis-i Şerif’te Resulullah Efendimiz, “Narın tanelerini düşürmeden yeyiniz. Zira onlardan bir tanesi cennettendir.” Buyuruyorlar. Belki o yenmeden kalan tane cennetten gelen tane olabilir.
Peki, Efendim, “her an yeni bir şe’n üzere olan kimse” nasıl bir hâl içindedir bir örnekle açıklayabilir misiniz sohbetimiz bu akşamlık tamamlanmadan?
-Mesela ben öyle biriyim yavrum… Şimdiye çocukluğumdan bu güne kadar boş geçirilmiş bir tek ânım olmadı.
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Onun ve Hakka Göçen Yakın Dostlarının Aziz Ruhlarına Fatihalarla.
Tarih: 2 Eylül 2010, Salı