Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : İstenirse, yürekten istenirse herşey olabilir.
Gönderen : Özden
Tarih : 11/17/2017 9:44:01 AM


.


Efendim,
Bir cift goze takildim gecen gun. Ogleden sonra idi. Mis gibi bir hava vardi. Gunesin sicacik yuzu insanin icini isitiyordu, hafif ruzgarda palmiyelerin dallari hisirdiyor, sanki baharin turkusunu soyluyorlardi. Icim cocuklar gibi sendi . Cikip dolasmak , bu guzellikleri icime daha bir sindirmek istedim. Tam bir alt gecitten ana yolun karsina geciyordum ki. O bir cift goz beni oldugum yere civiledi adeta. Alt gecidin merdivenlerinde bir kadin… uzerinde eski ve soluk bir carsaf.. Kucaginda pili pirti icinde minik bir cocuk. Ellerini acmis dileniyordu… Cocuk yorgundu belki de bikkin… ne zamandir ordalardi bilmem… Cocuk uzanmis taslarin uzerine , kadinin dizine yaslanmis, basini da soyle sarkitmis geriye gozleriyle gelip geceni seyrediyor. Buralarda pek gorunmez boyle manzaralar. Gelen gecen uc bes kurus atiyor. Birden goz goze geldik ufaklikla… O minik yuzdeki iri kahve gozler oyle derindi ki kayboldum sanki iclerinde…Butun solgunluguna, kirine pasina , perisanligina inat olabildigince tertemiz, piril pirildi, canli ve umut doluydu o gozler… Bana mi oyle geldi yoksa… Yok yok umut doluydular, hatta gulumsuyorlardi beklide , cekingen ama gulumsuyorlardi. . Sanki bakmayin benim ustume basima gelin oksayin basimi , gulun bana, sevin beni diyorlardi… Sanki biraksan yemyesil cimin uzerine doyasiya kosup oynayacak enerjisi vardi derinlerde biryerlerde…


Durakladim, kaldim oylece.. Egildim oksadim basini… Bu kez saskinlikla bugulandi gozler , cekiverdi basini.. Ben de uzattim birkac kurus, ama onun avucuna… Hizla ciktim merdivenlerden yukariya. Neler dusunuyordum hatirliyamiyorum simdi. Kiziyordum kadina onu buralara getirip , dilenciligine alet ettigi icin. Kiziyorum herkese , kendime de onu bu ortamdan cekip alamadigimiz icin…Beynimde firtinalar kopuyor. … Burada elimden birsey gelmedi ama onun gibi binlercesi var hic olmazsa bazilarinin hayatini degistiremezmiyim , karanlikta bir kibirt de ben cakamazmiyim diye… Bir cocugun elinden de ben tutmayi bunun icin ugrasmayi istiyorum …


Bu dusuncelerle giriyorum supermarketin kapisindan, otomatik haraketlerle bir alisveris arabasi alip surmeye basliyorum marketin icinde… Dalgin gozlerle bakarken raflara az ilerdeki market arabasina takiliyor bu kez gozlerim.. Daha dogrusu arabanin icine oturtulmus simsiyah kivircik sacli minigin simsiyah iri gozleriyle karsilasiyorum. Bu kez gulumsuyorum. Birden guluveriyor hem gozleri hem agzi . Gulerek sicacik merhaba diyorum.. iki uc yaslarinda var yok.. Kendi lisaninca konusmaya basliyor benimle. Cok mutlu gorunuyor. Az otede annesi sandigim bir kadin basini cevirip bakiyor. Selamlasiyoruz. Ufaklik ellerini acmis hemen kucagima atlayacak sanki. Basini oksuyorum. Sesinin tonunu arttirarak sarkilar soyluyor sanki. Annesi gelip arabayi surerek uzaklasmak istediginde teyze teyze diye seslenerek kollarini uzatiyor bana dogru, beni de cagiriyor. Sevgi dolu, neseli… Ah bu cocuklar bugun beni mahvediyorlar…



Evde aldigim gazeteye goz gezdiriyorum bir yandan cayimi yudumlarken. Dunya haberleri ile ilgili bir sayfada bir resim … Yine bir sok yasiyorum. Irakta cekilmis…


Ortada iki yaslarinda oldugunu sonradan yazisindan ogrendigim bir cocuk beyaz kefeninde yatiyor , yuzu acik,solgun,olum sarisi, sanki derin bir uykuda.. Etrafinda alti tane cocuk halka olup oturmuslar yaslari 4 le 6 arasinda.. Ona bakiyorlar, kardesleri belki de… 5 yaslarindaki bir kiz cocugu dalgali saclari pislikten kecelesmis, ustu pasi per perisan, yirtiklar icinde , yuzu kirli.. O gozlerini objektife cevirmis resim cekilirken. O bir cift goz de beni yurgimden vuruyor adeta. Ondaki huzun… Onunde uzanmis iki yasindaki kardesinin olusunu bekliyor.. Peki dunyadan ne bekliyor…



Ah cocuklar. Onlar oylesine saf oylesine temizler ki… Dogduklarinda bir melekten farksizlar. Onlari biz , ana babalar, cevreleri bu hallere getiriyoruz. Oysa onlarin bekledigi sadece sevgi… Tum insanlar gibi… Seklen buyuyorlar, gelisip serpiliyorlar, eriskin birer insan oluyorlar ama yine sadece birseye muhtaclar aslinda Sevgi….


Butun huzunlere, kotuluklere karsi kendilerine sevgi ile uzanacak bir el, bazen bir cift goz…


Oturuyorum internetin basina bir yandan aklimda anne babasinin sabrini zorlayan, istedikleri olmadiginda tepine tepine aglayan simarik ufakliklari dusunuyorum. Aslinda onlarinda ihtiyaci olan sadece yalin sevgi … ve sabir ayni oburleri gibi…


En kolay ulasabildigim sayfaya gidiyorum. Deniz feneri. Ve ben de bu gun bir cocugu sevindirmek icin tuslara dokunuyorum. En azindan su an bunu yaparak basliyorum…



Kizlarim kapiyi caliyor az sonra.. Coskuyla kucakliyorum onlari sasiriyorlar. Artik kucagima da sigmiyorlar ama ikisini de dizlerime oturtup gunun hikayesini dinlemeye basliyorum.



Kendi cocuklarimisdan baslamaliyiz sevmeye anlamaya, sonra cevremizde ilk gorduklerimizden, sonra elimizin ulasabildiklerinden. Bazen basini oksamaniz bile dunyalari veriyor onlara unutmayalim



Sevgi saygi ve hurmet ile..Rabbime emanet olun , bu gonul dostunuzdan dualariniz eksik etmeyin.


Ozden CICEK
Creative & Decorative Painting
Dubai


www.ozdencicek.com


--------------------------------------------------------------------------------


Sayın Sabri Tandoğan Efendi Hz'nin cevaben yazdıkları :


Sayın Özden Çiçek,


Dün gece düşündüm, Özden Hanım’dan gelecek maili özlemiştim. Bekliyordum. Bu ne güzel bir bekleyişti. Susamak. Temiz olana, büyük ve yüce olana, asil ve güzel olana duyulan susuzluk, bu ne güzel bir duyguydu. Ertesi sabah sitede Özden Hanım’ın maili bütün ihtişamıyla her zaman olduğu gibi gözleri ve gönülleri kamaştırıyordu. Yine Özden Hanım çok önemli bir konuya değinmişti. Bu, öteden beri çok hassas olduğum, üzerinde ısrarla durduğum bir mesele idi. Ben, çocuk şımartmayı, çocuk cinayetiyle yakın gören bir kimseyim. Nice insanlar ne yazık ki bu vahim, tehlikeli, ürpertici cinayeti işliyorlar. Bu ananın veya babanın, bazan her ikisinin işlediği cinayet takipsiz kalıyor.



Ah, anneler, babalar. Çocuklarınızı şımartmakla onlara ne kadar büyük, feci, bir kötülük yaptığınızı bir bilseniz. Geçen gün gazetede okudum. Bir manken hanım, hamile. Ah diyordu, çocuğum doğsun onu öyle bir şımartacağım ki. Bu söz beni ürpertti, korkuttu ve ağlattı. O, doğacak çocuk adına zavallı, bir ömür boyu bu anne kaprisini, günahını sırtında taşıyacak. Pekiyi, buna ne hakkımız var. Özden Hanım, sizin de buyurduğunuz gibi bu çocuk doğduğu anda dünyaya bir melek gibi gelmiyor mu? Kendi özel hayatımızda bir türlü tatmin edemediğimiz çirkin ihtiraslarımızla, o masum yavrunun, o küçük meleğin hayatını rezil etmeye, perişan etmeye, karartmaya ne hakkımız var? Bu çok çirkin fiil için cinayet sıfatını kullanıyorsak çok mu?


Özden Hanım, mailiniz beni çocukluk günlerime götürdü. Beş yaşındaydım, Ankara’da Karyağdı Hatun türbesinin yanında İsmail Ağa’nın üç katlı ahşap evinin üst katında oturuyorduk. Evin her tarafı ahşaptı. Gece, on ikiden sonra tahtalar fırçalanırdı. Amaç, fırçalanma işlemi bittikten sonra ayak basılmamasıydı. Yoksa leke kalırdı. Rahmetli annem, herhafta bu tahtaları fırçalardı. Ve beni de yardıma çağırırdı. Komşular hayret ederdi. Sabiha Hanım derlerdi, seni anlayamıyoruz. Hem oğlunu, benzeri görülmemiş bir sevgiyle ölesiye seviyorsun, hem de masum çocuğa gece onikiden sonra tahta fırçalatıyorsun. Bu zulüm değil mi? Rahmetli annem, edebiyat öğretmeniydi. Üç yabancı dil bilirdi. Fevkalde kültürlü bir insandı. Şiir gibi konuşurdu. Kendine has bazı eğitim ilkeleri vardı. O, eğitimi, çocuğu hayata hazırlamak olaarak görüyordu. Amaç derdi “çocuk hayatta yapayalnız kaldığı zaman, ayaklarının üzerinde dimdik kalabilmeli. Ben oğlumu çok seviyorum, yarın hayatta yapayalnız kaldığı zaman onun bir beyefendi gibi yaşayabilmesini, hayatını pırıl pırıl sürdürebilmesini istiyorum”. Seneler böyle geçti. İlkokul ikiden itibaren evin mes’uliyeti bana geçti. Sabahleyin kalkar, kahvaltıyı hazırlardım. O zamanlar sarı renkte gazocakları vardı. Her sabah, onu besmele ile, itina ile yakar, çayı demlerdim. İlk defa üç yaşındayken annem beni çivit almaya yolladı. O zamanlar çamaşır yıkanırken çivit kullanılırdı. Çiviti bakkaldan alıp eve getirirken kendimi muzaffer bir kumandan gibi hissettim. İkinci olarak karabiber, tembih etti. Çapamarka olacak dedi. Bakkala gittim, karabiber istedim, “Ama dedim bir şartım var, ille çapamarka olacak”. Altı yaşındaydım, bir gün babamın bir arkadaşı gelmişti, elini öptüm, hoşgeldiniz dedim. Beni okşadı ve yüz para harçlık verdi. O zaman tırtıllı kırk paralar vardı. Kırk para bir kuruş demekti. İki tane bir kuruş, iki tane delikli on para, toplam olarak yüz para ediyordu. Ne yapayım diye düşündüm. Fırından ekmek aldım, bakkaldan helva aldım eve geldim. Ekmeğin içini çıkaracak, helvayı koyacak, dürüm yapacaktım. Fakat ekmeğin içini çıkarttığım zaman içinde minicik karıncaların kaynadığını gördüm. Fevkalade canım sıkılmıştı. Ekmeği aldığım gibi karakola gittim. Kapıda polis nereye gittiğimi sordu. “Komisere gidiyorum” dedim. Komiser sordu, “Nedir mesele” dedi. Durumu anlattım. Komiser dedi ki “Bu aramızda sır olarak kalsın, kimseye birşey söyleme, yarın sabah fırının önünden şöyle bir geç”. Dediğini yaptım. Kapıda beyaz bir karton vardı. Altta kırmızı bir mühür. Fırının bir ay süreyle kapatıldığı yazıyordu. Aradan zaman geçti. Yine bir misafir geldi. Elini öptüm, yüz para verdi. Düşündüm, ne yapayım diye. O sıralar Ankara’ya Antep yöresinden küçük tahta kutular içinde kuru baklava gelirdi. Tadına doyum olmazdı. Lezzetini hala damağımda hissederim. Bakkala gittim, yüz parayı verdim, kuru baklava aldım. Bakkal paket yaptı, bana verdi. Paketi büyük bir saltanatla eve götürdüm. Sevinçten uçuyordum. Eve gelince paketi açtım, tabağa koyacaktım. Birden bire leş gibi bir koku etrafa yayıldı. Tepem atmıştı. Paketi kaptığım gibi doğru karakola gittim. Komiser beni görünce gülümsedi. Hoşgeldin, dedi, oturttu. Ne olduğunu sordu. Ben de büyük bir ciddiyetle durumun vehametini anlattım. Komiser, “Sabahleyin bakkalın önünden geç” dedi. Dediğini yaptım. Yine kırmızı mühürlü karton, ve bakkalın bir ay kapatıldığı yazıyordu. Kısa zamanda bu yaptıklarım bütün mahallede duyuldu. Esnafın benden ödü kopuyordu. Adımı “Müfettiş Bey” koymuşlardı. Komşu teyzeler misafirleri geleceği zaman rica ederler, eti, sebzeyi, bana aldırırlardı. Aman derlerdi, yavrum, nasıl olsa biz senin gibi mal alamayız. Bi zahmet bize yardım eder misin? İlkokul ikideydim. Sabahçıydım. Okuldan çıkınca eve gelirdim. Sobayı yakardım, külü dökerdim.ertesi günün odun, kömürünü çıkarırdım. Çırasını yarardım. Sol elimin baş parmağında o günlerden kalma bıçak yarası hala vardır. Merak eden varsa gösterebilirim. Bu işler bitince evi süpürür, toz alırdım. Sonra çarşıya çıkar, ne yemek pişirilecekse onun malzemelerini alırdım. Eğer akşama nohut, fasulya gibi bir yemek pişecekse, haşlanması için tencereyi sobanın üstüne koyardım. Sonra da oturur derslerime çalışırdım. Şimdi, liseye giden, üniversiteye giden öyle kız çocukları görüyorum ki, anneleri kaşıkla ağızlarına yemek uzatıyor. Ne yazık ki böyleleri de var. Böyle çocuk yetiştirilmez. Bu çocuğa yapılan bir büyük ihanettir. Böyle anneler çocukların geleceğini kararttıklarının farkındalar mı? Bir de çok yanlış önyargılar var, erkek çocuk mutfağa girmez, erkek çocuğun eline iğne verilmez. Bunlar ne aptalca, ne sersemce sözler. Bunlar hayatı hiç mi hiç anlamayan bir takım aptal, gerizekalı, kendini aydın sanan kimselerin safsataları. Bütün beş yıldızlı otellerin ahçıları erkek. Hani erkek çocuk mutfağa girmezdi. Dünya moda merkezi Paris’in en ünlü modacılarının hepsi erkek. Hepsi şiir gibi dikiş dikiyorlar. Hani erkek çocuğun eline iğne verilmezdi.


Özden Hanım, kız, erkek ayrımı yapmadan, onları şımartmadan, onları kudurtmadan ne olur, hayata hazırlayabilsek. Onların bir gün yapayalnız kaldıkları zaman ayaklarının üzerinde dimdik durmalarını sağlayabilsek. Bugün çocuk bayramı var, çocuk esirgeme kurumu var. Birtakım cicili, bicili sosyete hanımlarının şerefe kadeh kaldırdıkları nice kuruluşlar var. İçinde a’dan z’ye bütün pisliklerin kum gibi kaynadığı çocuk yurtlarının bağlı olduğu anlı şanlı, cakalı, fiyakalı devlet kurumları var. Ama her gün, bazan ağlayarak, bazan ıstırap çekerek her akşam televizyonlarda seyrettiğimiz tinerci çocuklar, kapkaççı çocuklar, dilenci çocuklar... Bunların üzerine ciddi olarak eğilen, meseleyi çözüme götürmek isteyen kim var, siz söyleyin. Taa ilkokul yıllarımdan beri şunu düşünürüm: Benim askerlik yaptığım yıllarda yarım silindirik yapılar vardı. Basit, mütevazı, son derece ucuz. Şehir dışlarında siteler kursak, bu çocukları toplasak, yeteneklerine göre mesleklere ayırsak. Hem onları çalıştırarak, meşgul ederek iş güç sahibi yapsak, onların temiz gıda almalarını, temiz yataklarda yatıp uyumalarını, temiz iş elbiseleri giymelerini sağlasak. Sonra iş çıkışları, akşamları onlara eğitici, yetiştirici, manevi değerler aşılayıcı filmler göstersek. Onların yeteneklerine göre resim, şiir, edebiyat gibi güzel sanatlara yönelmelerini sağlasak, akşamları gönüllü olarak gelecek pedagoglar, eğitimciler, psikologlar, güzel sohbet edenler, onları psikolojik yönden, manevi yönden destekleseler. Ama cart curt varken, hava basmak varken bu meselelerle meşgul olmak kimin aklına gelir ki? Ben şuyum, ben buyum diye ortaya çıkanlar kölesi oldukları nefislerine hizmetten başka ne yapıyorlar? Özden hanım şimdilik söyliyeceklerim bu kadar. Ümit dünyası, belki bu garibin sözlerine kulak verecek birisi çıkar da...Efendim, ben ve hayranınız olan bütün site mensupları yeni mailerinizi bekliyor, selam, sevgi ve saygıların hiç bitmeyecek olanını sunuyoruz.



Sabri Tandoğan


Onun ve Hakka Göçen Ailesinin Aziz Ruhlarına Fatihalarla.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]