Çok Sevgili Büyüğümüz ve Kıymetli Dostlar,
Hepinize güzel bir Cuma sabahından bütün güzelliklerin sizlerle olması, günlerinizin hayırlı haberlerle, hayırlı işler ve çalışmalarla, sağlık ve huzur içinde geçmesi niyazı ile Merhaba...
Çok değerli dostlar, bugün de çok şükür Sayın Büyüğümüzle olan sohbet notlarını sizlerle paylaşmak kısmet oluyor. İnşallah hayırlara vesile olur.
Gönül dolusu selam, saygı ve sevgilerimizle...
SAYIN BÜYÜĞÜMÜZ SABRİ TANDOĞAN EFENDİ HZ İLE KUR’AN-I KERİM’DEN BAZI AYETLER ÜZERİNE SOHBETLER-5
-Efendim, Kur’an-ı Kerim’de birçok Ayetlerde şükür konusu geçiyor ve “Şükredenin nimetinin artırılacağı” belirtiliyor. Daima şükreden bir kimsenin elindeki nimetler her neler ise onları sürekli olarak artırması veya bereketlendirmesi, halden hale geçmesi mümkündür diyebilir miyiz veya böyle bir niyet için şükür anahtarının kullanabileceğini söyleyebilir miyiz?
İlgili Ayet: İbrahim Suresi, 7 (Elmalılı Meali):
“Ve hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”
-Evet yavrum, bu şekilde bütün nimetlerin hem de her an artırılması mümkündür.
-Efendim, bu yaklaşım aslında bizler için de böyle değil mi? Mesela bir iyiliğinize teşekkür eden bir kimse için daha sonra da iyilikler yapma isteği duyuyorsunuz ama karşı taraf yapılanları görmezden geliyorsa aynı şekilde davranma konusunda isteğiniz giderek azalıyor? O zaman insanın aklına bu Ayet geliyor.
Efendim bir de başka bir Ayette “Kullarımdan şükredenler azdır.” mealinde Buyruluyor. Oysa bugün birçok kimse hep şükrediyor veya en azından çok şükreden bir kimse olduğuna inanıyor. Ama Kur’an-ı Kerim’de “Laykıyla şükredenler azdır.” Buyrulduğuna göre şükrettiğini sanan bazı kimseler aslında gerçek manada şükretmiyor sonucu çıkıyor. Bir kimse gerçekten layıkıyla şükredip etmediğini ve bu Ayette övülen o az zümreden olup olmadığını nasıl anlayabilir, bunun göstergesi nedir?
İlgili Ayet (Diyanet Meali):
Sebe Suresi, Ayet 13: “…Kullarımdan şükredenler pek azdır.”
Hasan Basri Çantay Tefsiri: “Kullarımdan (hakkıyle) şükreden azdır.”
-Eğer bir kimse, dünyada kendisinden daha fazla nimet verilen başka bir kimse olmadığını düşünürse, o kimse gerçek manada şükredenlerdendir yavrum.
-Efendim, Sâd Suresinde aralarında hüküm vermesi için Dâvût AS’a iki kardeşin geldiği anlatılıyor. Bu kardeşlerden haksızlığa uğradığını belirten kardeş kendisinin bir koyunu olduğunu, diğer kardeşiyle bir konuda tartıştıklarını ve doksan dokuz koyunu olan kardeşinin kendisini yendiğini, buna mukabil de o bir koyunu kendisinden istediğini anlatıyor ve Dâvût AS’ın olay hakkında hükmetmesini istiyor. Dâvût AS da doksan dokuz koyunu olan kardeşin birçok ortaklıkta olduğu gibi bir koyunu olan kardeşe zulmettiğine hükmediyor. Sonra da bu olayla ilahi bir imtihana tabi tutulduğunu düşünerek tövbe etme lüzumu duyuyor ve secdeye kapanıyor (-burada bir Secde Ayeti yer alıyor!) Cenab-ı Hak da Ayetlerin hemen devamında “Biz de Onu affetmiş, tevbesini kabul etmiştik” Buyuruyor. Bu olayda Dâvût AS niçin ilgili hükmü verdikten sonra bunun bir imtihan olduğunu düşünerek tövbe etme lüzumu duyuyor? Ayetin devamında “Biz de bunun üzerine Onu affetttik” Buyrulduğuna göre Dâvût AS’ı verdiği hüküm üzerine tövbe etmeye sevkeden husus ne olabilir?
İlgili Ayetler, Diyanet Meali:
20. Biz Davud’un mülkünü güçlendirdik, ona hikmet ve Hakla batılı ayıran söz (hüküm verme) yeteneği verdik.
21. Sana davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı aşarak mabede girmişlerdi.
22. Hani Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan korkmuştu. Onlar, “Korkma! Biz, iki davacı grubuz. Birimiz diğerine haksızlık etmiştir. Aramızda adaletle hükmet. Zulmetme ve bizi hak yola ilet” dediler.
23. İçlerinden biri şöyle dedi: “Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken “Onu da bana ver” dedi ve tartışmada beni bastırdı.”
24. Davud dedi ki: “Andolsun, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemek suretiyle sana zulmetmiştir. Esasen ortakların pek çoğu birbirine haksızlık eder. Ancak iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar da pek azdır.” Dâvûd bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı. Derken Rabbinden bağışlama diledi, eğilerek secdeye kapandı ve Allah’a yöneldi.
25. Biz de bunu Ona bağışladık. Şüphesiz katımızda Onun için bir yakınlık ve dönüp geleceği güzel bir yer vardır.
-Yavrum, burada Davut AS o bir koyunu olan kardeşin söylediklerine göre hüküm veriyor. Elinde yeterli delil olmadığı bir durumda hüküm verdiğini düşünerek tevbe etme ihtiyacı hissediyor.
-Efendim, yine Sâd Suresinde Süleyman AS’ın cins atları sevdiğini ve özellikle onları kendisine Allah’ı hatırlattıkları için sevdiğini anlıyoruz. Ancak Ayetlerin devamında “Süleyman AS’ın imtihan edildiği, bunun için de tahtının üzerine bir ceset bırakıldığı anlatılıyor. O da uyarıyı sezerek hemen tövbe ediyor. Burada ceset bırakılmasıyla yapılan uyarı nedir de Süleyman AS tövbe etme lüzumu duymuştur?
İlgili Ayetler, Diyanet Meali:
29. Bu Kur’an, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.
30. Dâvûd’a Süleyman’ı bağışladık. O ne güzel kuldu! Şüphesiz o, Allah’a çok yönelen bir kimse idi.
31. Hani ona akşamüstü bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağının üzerinde duran çalımlı ve soylu atlar sunulmuştu.
32, 33. Süleyman, “Gerçekten ben malı, Rabbimi anmamı sağladığından dolayı çok severim” dedi. Nihayet gözden kaybolup gittikleri zaman3, “Onları bana geri getirin” dedi. (Atlar gelince de) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.
34. Andolsun, biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık. Sonra tövbe edip bize yöneldi.
35. Süleyman, “Ey Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye layık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet! Şüphesiz sen çok bahşedicisin!” dedi.
-Yavrum, tabi Allah anmak için bir vesileye gerek yok. Ceset ise nedir, içinde bir aşk, bir heyecan olmayan vücuttur. Tahtın üstünde bile olsa bir anlam ifade etmez.
(Sohbetimiz devam ederken sıkı bir yağmur yağmaya başlıyor. Yağmur altındaki Ankara’yı izliyoruz bir süre...)
-Efendim, Kur’an-ı Kerim’in sonlarına doğru yer alan Tekasür Suresi’nin yağmur yağarken yedi kez okunması durumunda ardından yapılacak duanın kabul olacağı söylenir. Yağmur yağarken özellikle duaların kabul ediliş hikmeti ne olabilir?
-Çünkü bu sırada insan daha içe dönüktür. Duyguları daha yoğundur. Böyle bir anda yapılan dua daha samimidir. Kabule daha yakındır.
-Rahmetin coştuğu anlar oluyor değil mi bu anlar?
-Efendim, Hucurat Suresi, aynı zamanda “Edep Suresi” olarak da nitelendiriliyor bazen, içinde geçen bazı edep kaideleri nedeniyle. Mesela bu Surede “Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin” Buyuruyor Cenab-ı Hak. Bu günlük hayat için de genel bir edep kaidesi midir aynı zamanda?
İlgili Ayetler, Diyanet Meali:
1. Ey iman edenler! Allah’ın ve Peygamberinin önüne geçmeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
2. Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.
3. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, Allah’ın, gönüllerini takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) konusunda sınadığı kimselerdir. Onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.
-Yüksek sesle konuşmak hiçbir manevi öğretide uygun karşılanmamıştır yavrum.
-Yine bu Surede bir başka Ayette Peygamber Efendimiz için “Odaların ötelerinden Peygambere seslenmeyin” Buyruluyor. Bu Ayette tabi Peygamber Efendimize hürmeten bundan kaçınılması istenmekle birlikte bizlere de bugün için bir ihtar vardır diyebilir miyiz? Mesela bir ev ortamında kişilerin şart olmadıkça birbirlerine odaların ötelerinden yüksek sesle seslenmesinin uygun olmayacağı gibi?
İlgili Ayetler, Diyanet Meali:
4. Odaların arkasından Sana bağıranların çoğu aklı ermeyen kimselerdir.
5. Onlar, Sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
-Öyle yavrum. Mümkün olduğu kadar bunu da yapmamak lazım.
-Efendim, hangi kitaptaydı hatırlamıyorum ama bizden ilerde yürüyen bir kimseye arkasından bağırarak çağırmanın da edebe uygun olmadığı, kaba bir davranış olduğu anlatılıyordu. “Ancak bir hayvana arkasından seslenilir.” diye de sebebi anlatılmıştı. Doğru mu bu yorum sizce?
-Evet yavrum, mümkün olduğu kadar o insanın yanına kadar yaklaşıp, ona “Hanımefendi, beyefendi....” diye neyse söyleyeceğimiz, orada söylemek en doğru olanıdır. Arkadan bağırmak uygun değildir. Bunu söyleyen doğru söylemiş.
-Efendim, bir Ayette (Mücâdele Suresi, Ayet 12):
“Ey iman edenler! Peygamber ile başbaşa konuşacağınız zaman, başbaşa konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şâyet (sadaka verecek bir şey) bulamazsanız, bilin ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
Buyruluyor. Böyle bir şey niçin tavsiye ediliyor acaba?
-Çünkü yavrum, sadaka veren, iyilik yapan bir kimsenin kalbi iyice yumuşar, tatlı, güzel bir hâl alır. Bu şekilde de Peygamberin huzuruna çıkmaya daha müsâit bir ruh hâli içine girer. Bu nedenle.
-Peki Efendim, Allah Dostları da Peygamberlerin varisleri olduklarına göre -güleryüz de dahil her iyilik bir sadaka olduğuna göre- onlarla bir mevzuda konuşacak kimsenin de küçük de olsa bir iyilik yapması, bir güzel davranışta bulunması, belki bir dua, selavat-ı şerife okuması veya benzeri bir şey yapması gerekir mi?
-Böyle bir şart yok tabi ama yapılsa çok güzel, yerinde bir davranış olur. Edebe de uygun düşer.
-Efendim, aynı zamanda bir edep kâidesi olarak düşünebileceğimiz bir Ayet var Dûha Suresinde. Bu Ayette büyük bir ikâz yapılarak: “Sakın ha...isteyeni azarlama!” Buyruluyor. Burada “isteyen” olarak “sâil” geçiyor. Galiba “dilenci” anlamına geliyor sâil?
İlgili Ayet Duha Suresi, Ayet 10, Diyanet Meali
“El açıp isteyeni de sakın azarlama.”
-Yavrum, burada “isteyen”i sadece para isteyen olarak anlamamak lazım, burada aynı zamanda ilim veya bilgi talep eden kimse demek. Bir kimse bize gelir, bizden bir konuda şey sorarsa ona uygun bir dille bildiklerimizi anlatmakla, ona yol göstermekle yükümlüyüz, o kişi kim olursa olsun. Bize gelip bir hususta danıştığına göre, bizi o konuda kendisinden üstün, ona yol gösterebilecek bir durumda görüyor demektir. O durumda onu terslemek, geri çevirmek asla uygun değildir.
-Efendim, olaya bir de ilk anlamıyla bakarsak, bazan yanına bir dilenci geldiğinde bir şey vermediği gibi onu azarlayanlar, ona nasihat edip, yüzüne karşı ahkâm kesenler oluyor. O zaman bu Ayet hatırına geliyor insanın, ürperiyor. Eğer bir şey vermeyeceksek o zaman bir de üstüne azarlamak, nasihat etmek doğru olmaz değil mi? Belki o şekilde gelen birçok yüzsüz kimsenin arasında -olacak bu ya- bir tek o kişi –bizim için belki bir imtihan olarak- o anda gerçekten çok sıkıştığı için bizden yardım istemek zorunda kalmış olabilir.
-Yavrum,böyle bir durum olur da insan karşıdakinin kalbini kıracak bir şey söylerse, bu ona hayatı boyunca çok pahalıya malolabilir. Zor durumda kalmış bir kimsenin kalbi çok hassastır, kırılmaya çok müsaittir. Böyle bir kimseyi gücendirmek, gönlünü kırmaksa çok tehlikelidir. Bundan çok kaçınmak lazım.
-Efendim, annem anlatmıştı, onun çocukluğunda oturduğumuz mahallede, kimseyle fazla ilgilenmeyen, kendi halinde, üstü başı dökük, meczup bir kimse varmış (Fehmi Baba). Bazen uzun süre ortadan kaybolurmuş, o sürede yürüyerek Hacca gidip geldiği söylenirmiş. Bir gün bu zat, mahalledeki bir kimsenin bahçesindeki kiraz ağacına çıkmış, oturmuş kiraz yerken ağacın sahibi onu görmüş, in bakayım, diye azarlayarak ağaçtan indirmiş. O da hiç seslenmeden inmiş ve yürüyüp uzaklaşmış. Bunun üzerine o ağaçta yedi yıl üst üste hiç kiraz olmamış. Aynı zat, birgün de rahmetli dedemden bir parça ekmek istemiş. Dedem de –durumları galiba biraz darmış o zamanlar- ekmeğin arasına peynir koyarak götürünce “Ben, sadece ekmek istemiştim.” diyerek kabul etmemiş ve uzaklaşmış.
-Efendim, o kirazları bahçe sahibinin bir nedenle sadaka vermesi icab ettiğini hissederek bu bahane ile verdirmiş olmak üzere çıkıp yemiş olabilir mi? Çünkü Münir Bey bir sohbetinde: “Bahçende köstebeklerin ekip diktiğin sebzelerden taşıdıklarına aldırıp onlardan kurtulmaya çalışma. Onlar sadece senin malını temizlemek için ne kadarı gerekiyorsa o kadarını yer, gerisini sana bırakırlar, merak etme.” şeklinde anlatıyor. Yani bunun bile bir hikmeti oluyormuş.
- Ahh yavrum... Hayatta olup biten her şeyin bir sebebi, bir hikmeti var. Biraz düşünebilsek...
(Fehmi Baba, vefatından önce şehrin en gözde mekanlarından olan Giresun Kalesi’ne defnedilmeyi vasiyet eder ve bu arzusunun o günün belediye başkanına iletilmesini ister. ‘Boşuna söylemeyelim, razı olmaz’ deseler de ‘siz yine de bir söyleyin de’ diye ısrar eder. Belediye başkanı, konu kendisine açılınca kesin bir dille reddeder ancak o gece rüyasında aldığı işaret üzerine korkar ve ertesi günü, ricaya gelen kimseleri bizzat buldurtarak razı olduğunu, nereyi isterlerse defnebileceklerini söyler. Bunun üzerine vasiyetine uygun olarak kalenin şehrin büyük bir kısmını tepeden görebilecek bir yerine defnedilir. Sürdürdüğü yaşantısı gibi mütevâzı kabrinde isim ve kitâbe bulunmadığı için belki de, şehir halkı arasında mezarın bir Hak dostuna ait olduğunu bilenler azdır.)