Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Hayata dair...
Gönderen : Sabri Babadan Sohbet
Tarih : 12/21/2017 3:08:00 PM


.












SABRİ BABA İLE SOHBET


HAYATA DAİR...


- Efendim, dinler arası diyalog konusunda sizin düşünceleriniz nelerdir?





Sabri Tandoğan Efendi Hz:





- Ne dialoğu? Adam senin inandığın Allah’a inanmıyor, Peygambere inanmıyor. Onlar “Allah, 3’tür” diyorlar. Peygamberimizi tanımıyorlar. Ben böyle diyen bir adamla nasıl diyalog kurabilirim?





- Avrupa ve dünya sizce bugün manevi yönden ne durumda?





- Avrupa’da hiç huzurlu insan yok. Çünkü Avrupa’da örnek olacak hakikat adamları yok. Nietsche’ye sarılıyorlar, o da başını duvara vura vura ölmüş bir adam. Şu anda Berlin ve Paris belediye başkanları homoseksüel. Avrupalı kendisine yol gösterecek bir insan-ı kamilden mahrum.





Asya’da bir yerde Tsunami olmuştu. Merak ettim, araştırdım. Meğer oralarda çocuk fuhşu çok yaygınmış. Aileler kendi çocuklarını teşvik ediyorlarmış. Çocuklar kazandıkları paraları eve teslim ediyorlarmış.





Hocam Münir Bey derdi ki “İnsan bir günah işler, Allah onu affeder, başka bir günah işler onu da affeder. Ama öyle bir zaman gelir ki Allah gazaba gelir. Onu helak eder.” Ebu Lehep o kadar ileri gitti ki, “Elleri kurusun Ebu-Leheb’in” diye ayet indi. Bugün toplum o kadar azdı ki artık temiz insanlar TV açmaya korkuyorlar. Sinemalar da öyle.





(Genç bir gönül dostu:)





- Dedeciğim, çok güzel bir film dediler biz de onun üzerine Issız Adam filmine gittik arkadaşlarla. Ben filmden çıktıktan sonra ağladım. Ama neye ağladım bilmiyorum. Bir evde nikahsız yaşıyorlar, bu sapıklık biliyorum. Aşk bu değil, onu da biliyorum. En sonunda birbirlerine sarıldılar ona mı ağladım, yoksa o çifte acıdım da mı ağladım hiç bilmiyorum.





- Yavrum, sen aslında memleketin haline ağlamışsın.





Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, “Peygamberlere vahyettik” ve bir de “Arıya vahyettik” buyuruyor. Bugün arıcılar insanlara şifa olacak bir gıdanın doğal olmasına engel oluyorlar. Bu insanlara, bunun çok büyük vebali olduğunu anlatan yok mu? Sahte veya fenni bal satanlar yarın Allah’ın huzurunda bunun hesabını nasıl verecekler?





-Efendim, dindarlık denince ne anlamalıyız?





-Dindarlık Allah’ın ve Peygamberin istediği şekilde yaşamaktır. Allah ve Peygamber bizim mutlu yaşamamızı istiyor. Hem bu dünyada, hem öteki dünyada. Dünyası cennet olanın, ahireti de cennet olur.





Cennet, yaşanılan anın güzelliğidir. O anı saygıyla, sevgiyle, edep ve incelikle sonsuza dönüştürebilmektir. Bu yemek yaparken olabilir, bulaşık yıkarken olabilir, namaz kılarken, bir şiir okurken, bir insanla konuşurken olabilir. Ve o yaşanılan an ebediyete dönüştürülebilir. Hafızada renk dolu, ışık dolu, aşk dolu bir sayfa bırakabilir. Cennet, Allah’la beraber olunan anın içindeki sırdır. Önemli olan ömür denilen şu kısacık zaman dilimi içinde her anı böyle sonsuzlaştırabilmektir.





Bugün bazı insanlar “Ben gönül adamıyım,” diyor, “başka işlerle ilgilenmem.” Bu çok yanlış. Madde ile mânâyı, bu dünya ile öbür dünyayı, kadınla erkeği ayrı ayrı düşünmek yanlış. Müslümanların mutlu olmaya, hayattan zevk almaya hakları yok mu? Vaktiyle zamanın padişahı bir seferde kaybediyor. Çok üzgün. Şeyhülislamın dikkatini çekiyor. Onu teselli etmek için “Sultanım, niye üzülüyorsunuz, yenilgi olacak tabi. Dünya kafirin, ahiret müslümanın.” diyor. Bu ne kadar yanlış bir düşünce efendim. Ahirette mutlu olacağımız ne malum? Bir müslüman niye dünya hayatını efendice yaşamasın, Hadislere göre hayatına şekil vermesin, mutlu bir evlilik yapmasın, neden güzel giyinmesin, neden ağız tadıyla yeyip içmesin, herkesle iyi geçinmesin.. . ‘Ben sadece ahiretle ilgilenirim’ ne demek efendim?





Bütün mesele dünya hayatı ile ahiret hayatını ayırmamak, madde ile mana arasında senteze ulaşabilmek...





Tasavvuf aklın yerini akla, gönlün yerine gönle bırakır.





-Efendim, akıl, aşk ilgisi?





- Aşkın akılla beraber gitmesi lazım. Ben aksi görüşlere katılmıyorum. Aşkımız da aklımızla uyumlu olmalı. Siteme gelen bir soruya cevap vermiştim. İşi ve ev geçindirecek geliri olmayan bir adamla evlenmek isteyen bir hanıma “böyle olmaz” demiştim. Daima ben tevhid taraftarıyım. Tevhid deyince bizim aklımıza sadece “La ilahe illallah” sözü geliyor. Hayatı daima bir bütün olarak ele alacağız, ona tevhidi yaklaşacağız. Dünya ile ahiret, kadın ile erkek, madde ile mânâ, ruh ile beden arasında birlikteliği kuramazsak bu ne ifade eder? Biz öyle bir sevgi bağı kuracağız ki bütün kâinatı aşkla, sevgiyle kucaklayacağız.





Akıl bir nurdur. “Aklı olmayanın dini de yoktur.” buyruluyor. Dikkat edin, gönlü olmayan denmiyor! Aklı olmayan deniyor.





Bazı durumlar da vardır ki akıl onu anlayamaz. Mesela ayın ikiye yarılması gibi. “Allah’ın zatı üzerinde düşünmeyin” buyruluyor. Biz komşumuza bile niye bugün bunu pişirdin diye soramazsak, Cenab-ı Hak’kı nasıl sorgulayabiliriz? Ziya Paşa “Zîra bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” diyor bir şiirinde. Öyle hususlar var ki bu kuru kafanın içindeki akılla açıklanamaz. Bazı şeyleri akıl almıyor diye tartışmaya kalkmak olmaz.





-Efendim, akıl hastalığı ilaçla tedavi edilir mi?





- Akıl bir nurdur. Onu korumak lazım. Aklın ilaçla tedavi olacağına inanmıyorum. Aklın görevini yapabilmesi için bizim evvela duygularımızı eğitmemiz lazım.





-Peki ruh hastalıkları?





-Ruh hasta olmaz yavrum. Bu çok yanlış bir ifade.





-Efendim, sabrın iyisi sınırsız olanı mıdır? Bir şeye tahammülde sınır nasıl tayin edilmeli?





- Bazıları “sonsuza kadar sabır, sonsuza kadar tahammül” diyor. Bu insanlar Peygamber Efendimizin hayatına bakmıyorlar mı? Peygamber Efendimiz kendine yapılan zülümler bir çizgiyi aşınca hicret etti. Onun da sabrının bir çizgisi vardı. İnsan bir gün, iki gün dişini sıkar, sonra artık o sabır biter.





Hukukçular bilir. Bazen bir iki günlük evlilikten sonra ayrılmaya kalkanlar oluyor. Tamam, karşı taraf baştan saçmalamış olabilir. Ama hemen ayrılmaya kalkanlar oluyor. Tabi, bu da doğru değil. Bir süre sabredeceğiz. Ama bu bir çizgiyi aşıyorsa orada duracağız. Allah’ın da sabrının bir derecesi vardır. Peygamber Efendimize yapılan zulümler bir noktaya gelene kadar Cenabı Hak sabretti. Ama bu öyle bir noktaya geldi ki, Allah artık hicreti emretti.





-Efendim, manevi büyüklere her konuda danışılabilir mi, yoksa bazı konular sorulmamalı mı?





- Ben kırk büyük mutasavvıfın talebeliğini yaptım. En son Münir Bey’e bağlandım. Hiçbirinden ‘mürşide bu sorulmaz’ diye bir şey işitmedim. Kimi diyor ki ‘cinsel konular mürşide sorulmaz, ekonomi ile ilgili konular mürşide sorulmaz’. Ben internette bir site açtım, her soruya açık. Biz büyüklerimizden böyle gördük. Kadınlar en mahrem hallerini bir baba gibi Peygamber Efendimize soruyorlardı hem de yerine göre topluluk içinde. O da bir baba şefkatiyle cevaplıyordu. En büyük örneğimiz Peygamber Efendimiz. İsteyen herkes bana istediği soruyu gece gündüz sorabilir.





- Efendim, “Hiç kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz?” sözünü biraz açar mısınız?





- Yavrum, bir veli bir yerde sohbet eder ama aynı anda gider Kabe’de namaz kılar, başka bir topluluğa dahil olur. Ama bunları söylemez tabi.





- Efendim, siz manevi büyüklerle sohbet etmeye gençlik yıllarınızdan itibaren çok önem vermişsiniz. “Kırk velinin sohbetinde ve hizmetinde bulundum.” diyorsunuz. Gereğinde görüşmek için başka şehirlerde de olsalar telefonla randevu alıp, tanışmış, olabildiğince sohbetlerinde bulunmuşsunuz. Neden sohbetlere iştirak etmeye bu kadar önem verdiniz, yorucu olmadı mı sizin için ve Rana Hanım için?





- Yavrum, maneviyatta yaşın ve cinsiyetin önemi yoktur. İnsan öyle bir sohbette bulunur ki otuz senede katedemediği yolu ona orada bir saatte aldırırlar. Ben nerede sohbet ehli duysam gitmişimdir ve çok şey kazanmışımdır. Yaş, cins, mezhep ayırmadan her duyduğum sohbete katıldım. Niyazi Bey vardı, mübarek bir insandı, 35 yaşındaydı. 80 yaşında emekli bir general vardı, gelir onun manevi sohbetini dinlerdi. Ben bu konuda tasassup gösterenleri pek de hoş karşılamıyorum.





-Rana Hanım için zor olmaz mıydı hafta sonlarını şehir dışında geçirmek?





-Yavrum, Rana işlerini hep günü gününe yapardı. Hafta sonuna iş bırakmazdı.





- Efendim, bir gönül dostu hanımdan dinlemiştik, bir gurupla manevi annelerden birisinin sohbetine gitmişler. Bu gönül dostu hanım, sohbet devam ederken yenilen içilenlerin bulaşıklarının biriktiğini görünce izin istemiş mutfakta onları yıkmak için. O Anne, “Hayır yavrum,” demiş, “bırak kalsın, otur, sonra yıkanır.” İçim rahat etmedi.” diyor. Kalkmış, yıkamaması için ısrar edilmesine rağmen mutfağa geçip bulaşıkları yıkamış. Sonra geri yanlarına geldiğinde o velî hanım ona, “Bilsen yavrum,” demiş, “sen bugün ne çok şey kaybettin.”





Efendim, sizce orada kaybedildiği kastedilen şey neydi?





-Yavrum, manevi büyüklerin sohbetlerinde bazan bir tecelli ânı olur. O anda maneviyat kapıları açılır. Ve orada bulunan bir kimse o anda herhangi konuda istekse bulunsa o şey gerçekleşir.





-Efendim, bir gün de yine bu mübarek annelerimizden birisi sohbet ettikten sonra sohbet boyunca orada duran bir bardak su için “Bu su, bugün nelere nelere tanıklık etti bir bilseniz.” demişler.





-Manevi büyüklerle ünsiyet etmek, yüzyüze sohbet etmek çok önemli yavrum. Ama bu konuda talep müridden gelecek. Cenab-ı Hak bir Kudsi Hadiste “Kulum bana bir adım gelirse ben ona on adım giderim o bana bir kulaç gelirse Ben ona kulaç giderim, yürüyerek gelirse koşarak giderim.” buyuruyor. Dikkat edin önce biz bir ilk adımı atmadıkça bir şey bekleyemeyiz.





-Efendim, bazıları “Bizim manevi büyüğümüzle kalbimiz her an bir, biz kendimizi onunla birlikte hissediyoruz, talep edilmedikçe yüzyüze görüşmüyoruz.” diyorlar. Siz bu düşünceye katılıyor musunuz?





- Yavrum, o zaman velîlerin de namaz kılmaması gerekir. Onlar da her an Allah’la beraberler ama bütün ibadetler onlar için de aynen söz konusu.





-Efendim, Hocanız Rahmetli Münir Derman Hz.’nin sizlerle paylaştığı anıları vardır. Hatırınızda kalanlardan lütfeder misiniz?





Yurtdışında bulunduğu bir zamanda Münir Bey bir gün bir kilisenin yanından geçerken etraftan gelen manevi bir hava hisseder. Kiliseden içeriye girer. Bakar bir papaz. Ona, “Ben,” der, “müslümanım. Namaz kılmak istiyorum. Bana bir yer gösterebilir misiniz?” Papaz son derece edep içinde “Buyurun efendim, beni takip edin.” der. Birlikte dar bir merdivenden bir kaç kat aşağıya inerler. Papaz köşede küçük bir odayı göterir, kapısını anahtarla açar, “Buyurun efendim.” der. Münir Bey bakar, içeride “Allah”, “Hz. Muhammed” yazılı levhalar. Papaz durumu anlar, izah eder, “Efendim,“ der, “bendeniz de Müslüman oldum. Ama takdir edeceğiniz üzere açıklayamıyorum.” Sarılırlar, Münir Bey namazını orada eda eder.





-Efendim, siz madden tanışmadığınız halde Kenan Rıfai Hz.’ne de büyük bir sevgi duyuyorsunuz ve “O’nun müridleri içinde O’na benim kadar aşkla bağlanan ve O’nu benim kadar seven bir başka kimse daha olmamıştır.” diyorsunuz?





- Gazi Lisesi’nde öğrenciydim. Bir arayış içindeydim. Nerde bir örnek insan görsem ona sarılıyordum. Ankara’da Berkay Kitapevi’nde bir kitap gördüm. “20. Asrın Işığında Müslümanlık” diye. O kitabı okuduktan sonra hayatıma renk geldi, ışık geldi, nur geldi. Allah o kitabı yazan Samiha Ayverdi, Sofi Huri, Nezihe Araz, Safiye Erol Hanımefendilerden razı olsun. O günden itibaren Kenan Rıfai Hz.’ne aşkla bağlandım. O kitabı deliler gibi sevdim, çılgınlar gibi sevdim, 200 kere okudum. Şimdi tekrar tekrar okuyorum. Gençliğim, orta yaşlılığım o kitapla geçti, yaşlılığım o kitapla geçiyor. Kenan Rıfai Hz. tasavvufta en büyük inkılabı yapmıştır. Ben dört fakülte okudum, Avrupa’yı karış karış gezdim. Ama şunu gördüm: İnsanlar bir manevi açlık içinde ve bir rehbere muhtaç. Bugün bu eksikliği Kenan Rıfai Hz.’nin giderebileceğine inanıyorum.





- Efendim, sizin Hacı Ahmet Kayhan Hazretleri ile de çok yakın bir dostluğunuz olmuş. Değerli gönül dostu Şayan Hanım anlatmıştı. Siz Kayhan Hazretleri’ne ziyaret için gittiğiniz zaman rahmetli eşi Hacer Hanım –ki çok itaatli bir hanımmış-koşar “Efendim, Hakim Bey geldi, Hakim Bey geldi...” diye sevinçle gelişinizi haber verirlermiş.





- Evet. Beni çok severdi. Gittiğim zaman yanına oturtur, çay içiyorsa çayını bana ikram ederdi.





- Efendim, yine Şâyan Hanım anlatmıştı, siz vaktiyle birisi hakkında, bir hanımı kastederek, “Onunla evlenirse hakkında çok hayırlı olacak, evlenmezse, ölecek.” demişsiniz ama o evlilik, adam sıcak bakmadığı için gerçekleşmemiş. Bir süre sonra da adam kalp krizi geçirerek aniden ölmüş.





- O kız, o adamı çok sevmişti, hatırlıyorum.





- Efendim, herkesin kafasını çok karıştıran bir nasip olayı var. Bunu biraz açar mısınız?





- İnsan kendi kısmetini kendi gayretiyle yakalar. Biz nasip ve yazgı işini yanlış anlıyoruz. Bir şeyin yazgı olması bazı şartlara bağlıdır. Önce o şartları yerine getireceğiz. Biz hem o şartları yerine getirmeyeceğiz hem de ‘kısmetimde varsa olur’ diyeceğiz. Olmaz böyle şey. Sen liyakat kesbedersen kısmet seni bulur. Elimizden geleni yaptıktan sonra bunu beklemeye hakkımız olabilir. Danıştay’a girdiğimde çevreme baktım, bir koşuşturma var. “Ben,” dedim “kendimi bu kavgalara kaptırmayacağım. Efendice işimi en güzel şekilde yapıp, zamanı geldiğinde ayrılacağım.” Üye olamadım diye hastalananlar olurdu. Bir gün baktım “Üye olmuşsunuz, hayırlı olsun” diye tebrik ediyorlar. Şaşırdım. “Bana, resmi gazeteyi getirin, öyle inanayım.” dedim. Getirdiler, o zaman inandım. Hâlâ beni kimlerin üye yaptığını bilmiyorum. Ben işimi en güzel şekilde yapıp sonrasını Allah’a bırakmıştım çünkü.





- Efendim, insana bir yol gösterici manevi büyüğün olması da nasip meselesi midir?





-Şems, Şam’dan kalktı, Konya’ya geldi, Mevlana’yı buldu. Mürşit aranmaz, mürşit müridin ayağına gider. Mürid öyle temiz bir hayat yaşar ki mürşit onu çeker. Dolayısıyla da aslında insan nasibini kendisi hazırlar.





Öyle durup dururken hop diye ne bir mürşit gelir, ne de hop diye bir adam bir kadına aşık olur. Bütün mesele şartlar ne olursa olsun, dürüst, temiz, pırlanta gibi bir hayat yaşamak. Biz hep şunu düşüneceğiz: “Acaba ben bugün kime iyilik yapabilirim, kimin içine ümit ışığı uyandırabilir, kimin içinde güzellikler bırakabilirim, kimin derdini, sıkıntısını paylaşabilirim?....”





-Efendim, siz bu duyguyu ta çocukluğunuzdan, gençliğinizden beri hep içinizde hissetmişsiniz anlaşılan. Bir şiirinizde ne kadar da güzel anlatıyorsunuz bu duygunuzu (Dokuzuncu Senfoni- Sabri Tandoğan-Bekleyiş kitabından):





Ben sevgilerin türküsünü söyleyeceğim


Belki şimdi, belki başka bir zaman


Karanlık gönüllere ışık serpeceğim


Sevgilerle dolan bakışlarımdan...





Hayatı ben sevdireceğim gayri


Yaşama gücünü yitirmiş insanlara


Ana sütü gibi duru ve ılık mısralarım


Derman olacak umutsuz kalanlara





Sevgisiz ve inançsız yaşayanlara


Önce sevginin tadını öğretmeliyim


Boş ve karanlık kalmış gönüllere


İnançtan nurlu ağaçlar dikmeliyim





Sevgisiz yaşanmayacağına inanmışım bir kere


İyi günlerin rüyasını görürüm


Umutlu ve aydın düşüncelerle uyanır


Çalışmadaki hazzı düşünürüm





Hepsinin derdini paylaşmaya hazırım


Ne kadar kederli varsa kainatta


Sarmak... sarmak ister onları kollarım


Sıcacıktan, kardeşçe, dostça





Cümle dertliler arasında da olsam


Hayatı sevdiririm onlara


Dostların yaşama sevincini bulacaksınız artık


En tatlı seslerle mısralarımda...





Aşkla inançla bağlanıp hayata


Kederlerden silkininiz


Sımsıcak sevgilerle uzatıyorum ellerimi


Geliniz...





Asırlar ötesine varmalı sevgilerimiz


Örnek olmalı gelecek nesillere


Vaktiyle yaşanmıştı diye


Dillerde söylenmeli türkülerimiz...





Duyuyor, biliyor, inanıyorum ki


Yaşamak sevgilerle güzel


El ele tutuşup ilan edelim


“Aşk gelicek cümle eksikler biter.”










- Evet, yavrum, benim hiç özel hayatım olmadı. Hep insanlara faydalı olmak için çalıştım. Halen de öyle. Gece gündüz bütün düşüncem yeryüzündeki yedi milyar insana faydalı olmak.





- Efendim, manevi hocanız Münir Bey’le irtibatınız halen devam ediyor mu?





- Manevi büyükler Hakka göçtükten sonra da onlarla irtibat kurulabilir. Bazı sorularımın cevaplarını zaman zaman Münir Bey’den aldığım olur.





- Efendim, manevi büyüklerden zor zamanlarda uzaktan yardım istemenin hükmü nedir?





- Yavrum, bazı dünya işlerinde de aracıya ihtiyacımız vardır. Birisi, bir işi için cumhurbaşkanıyla görüşmek istese onu içeri almazlar. Ama öyle birini aracı koyar ki o zaman orada onun bir dediği iki edilmez.





-Efendim, manevi büyüklerle maddi veya manevi konulara ait bütün sırlar paylaşılmalı mı?





- Hayır. Zaten bilmesi gereken bir husus varsa mürşide bildirilir.





-Efendim, manevi büyüklere hitap tarzımız nasıl olmalı? Bu konuda siz nasıl hareket ederdiniz?





-Yavrum, eski İstanbul terbiyesinde edeben çırak ustasına selam söylemez, hürmetlerini gönderirmiş. Ben bir kere olsun Münir Bey’e “Nasılsınız efendim?” diye sormadım.





-Efendim, sizin elinizden düşürmediğiniz ve “Elimde imkanım olsa bin tane bastırır, Kızılay’da gelen geçene ücretsiz dağıtırdım.” dediğiniz, nesli tükenmekte olan bir İstanbul hanımefendisi: Halûk Sena Arı’nın kaleme aldığı “Edep Mektebinden Hatıralar” adlı eserde de “Onlar bize sorsa da biz manevi büyüklerimize edeben hâl, hatır sormazdık.” diye yazıyor.





-Evet yavrum. Bu kitap beni öyle heyecanlandırdı ki on beşinci defa okuyorum. Hala doyamadım. Elimden düşürmek istemiyorum. Bütün dostlarıma bu güzel kitabı okumalarını tavsiye ediyorum. Ankara’da bulacakları tek yer: Kızılay’daki Akçağ Kitabevi.





- Bize Allah aşkına giden yolun aşamalarını genel olarak anlatır mısınız efendim?





- Bu yolda ilk aşama insanın eşya ile olan ilişkilerini güzelleştirmesidir. Eşya denince insanın aklına çevresinde gördüğü masa, sandalye, elbiseleri geliyor. Eşya ile olan ilişkilerin düzenlenmesi ne demek? Onu eşya olarak değil, Allah’ın bir tecellisi olarak görmek demek. Ben bazen bulaşık yıkarken onu Allah’ın elini tutuyormuş gibi tutarım. İki tabağı üst üstte koyarken incitmemeye gayret ederim. Çay fincanlarını bambu tabak altlarına koyarım. Bambunun özelliği üzerine bardak konulunca ses çıkarmaması. Dünyada en güzel ses, sessizliğin sesidir. Ben bazen gardırobumu açar elbiselerimi okşar, sever, öperim. Elbiselerim 30 yıllık bile olsa, yeni gibidir. Çünkü onlar öpülüyor, seviliyor, okşanıyor. Önemli olan eşyayla güzel ilişkiler kurmak. Ben eve girince evdeki bütün eşyalara saygıyla selam veririm.





İkinci aşama hayvanlarla güzel ilişkiler kurmak. Ondan sonra üçüncü aşama bitkilerle güzel ilişkiler kurmak. Bu kurumuş bir gül olur, bir ağaç olur, hatta kurumuş dallar olur. Kurumuş dallara dikkat edin. Onlarda öyle bir güzellik var ki, onu yakalamaya çalışın. Evimde güzel bir çam ağacı var. Onu incitmemeye itina ediyorum. Ona her gün ilan-ı aşk ediyor, şiirler okuyorum. Ondan sonra insanlar geliyor. İnsanlara öyle bir ilgi duyacağız ki, onları ayırmadan seveceğiz.





Benim sizden ricam şu, zengin fakir, köylü kentli, milliyetçi, komünist… ayrımı yapmadan bütün insanlara sevgi duyun, saygı duyun. Bugün dinsiz dediğiniz insanlar yarın sizi fersah fersah geçebilirler. Bazı hayat kadınları para için vücutlarını satıyorlar ama para için vicdanlarını satanlara ne demeli? Bizim yapacağımız iş baştan herkese saygı duymak. Rahmetli Azize Anne pencereden bakıyormuş, bakmış bir çöpçü kuru ekmek yiyor. “Gel evladım,” demiş, “bundan sonra öğle yemeklerini bende ye.” Çöpçü başını kaldırmış, (eliyle yukarıyı işaret ederek) “Verirse yedirirsin!” demiş.





Bir hukukçu arkadaşım vardı. Onun çizgisi benimkinden farklıydı. Evlenmedi, çapkınlık yapardı. Ama aramızda saygıya dayanan bir dostluk vardı. Bir hatırasını anlatmıştı: Bir gün bir kadınla beraber olmak için geneleve gidiyor ve sonra her gidişte aynı hanıma çıkmaya başlıyor. Zamanla birbirlerine aşık oluyorlar. Bir gün kadına bir çiçek buketi götürünce kadın şaşırıyor, ”Hayrola?” diyor. O da “Ben bugün itibariyle hakim stajyeri oldum, kutlamak için getirdim” deyince kadının yüzü birden değişiyor, “Çık dışarı!” diye bağırıyor. “Sen artık buraya gelemezsin. Sen artık sıradan bir insan değilsin. Devletin stajyer hakimi buradan içeriye giremez. Sonra mesleğinden, saygınlığından olursun.” diyor ve ona kapıyı gösteriyor. O çıkıp giderken de içeride hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Kadın bir daha da görüşmeyi kabul etmiyor. Şimdi soruyorum: Kaç tane kadın bunu yapabilir? Demek ki, oradaki kadınların da bir dünyası var. O nedenle biz hiç kimseyi hor hakir görmeyeceğiz.





-Efendim, Allah’a giden yolda neden eşyaya saygıyla başlıyoruz?





-Şunun için; eğer, biz eşyayı eşya olarak görüyorsak o iş orada biter. Bak, şu bardak canlı. Şu çay bardağında milyonlarca elektron, proton fırıl fırıl dönüyor. Şu peçetenin içinde de dönüyor. Her zerreden Allah zikrediyor. Eşyaya sevgi, saygı gösterince onlarla olan ilişkilerimiz düzeliyor. Giysilerimizi sevgiyle çıkarıp asacağız. Onlar da bu durumdan mutlu oluyor. Yıkadığımız bardağa, tabağa saygı duyacağız. Onları durularken bazen öyle heyecanlanacağız ki Allah’ın elini tutar gibi olacağız.





Yıkarken Allah’la beraber, durularken Allah’la beraber, giyinirken…, alışverişe giderken… her an Allah’la beraber...





Eşya, bitki, havyan, insan, cemâdat zincirinden hiçbir varlığı çıkaramayız. Bir kum tanesinden, samanyoluna kadar her varlığı sevgiyle kucaklayacağız. Ben internet siteme yeryüzündeki bütün insanlar yazabilir derken bunu kastediyorum.





-Azize Anne, Günlüğünde bir ekmek parçasını yerden aldığını ve alırken o ekmek parasının sadece dili değil gözü de olduğunu farkettiğini söylüyor.





-Evet şu kaşık da, şu bardak da, bu masa da konuşuyor, herşeyi anlıyor, algılıyor.





- Peki neden anlamıyormuş gibi yapıyorlar???





-O, bakana göre öyle yavrum.





-Efendim, “Ulu nazarla bakmak” konusunu kendimizde nasıl geliştirebiliriz?





-Biz hep “Her zerreden zikreden Allah’tır.” sözünü düşünmeliyiz. Her insanda farklı olan bir yön vardır. Bir karıncanın yaradılışını incelersek hayretler içinde kalırız. Eğer bir karınca, topluluğun çalışma kurallarına riayet etmezse müfettiş karıncalar bir mahkeme kurup onu yargılıyorlarmış. Bir de idam mangası varmış. Suçlu bulunursa idam ediyorlarmış. Bir karınca ağırlığının 46 katını taşıyabiliyor. Oysa biz çok az bir yükte feryad ediyoruz. Karınca mübarek hayvandır.





Hayat, hayret duygusu ile bir anlam bir ihtişam kazanıyor. Ben eşimde 44 yıl her gün ayrı bir güzellik gördüm. Ortaokulda resim hocamız Sema Hanım bize La Jaconde tablosunu getirmişti. O günden beri ona hep bakarım ve her gün yeni bir güzellik görürüm. Çünkü hem biz sürekli değişiyoruz, hem de etrafımızdaki objeler değişiyor. Ben, dünkü ben değilim. Hala daha Mona Lisa tablosundaki güzellikleri, gözlerin güzelliğini, ellerin güzelliğini, arka dekorun güzelliğini hayranlıkla seyrediyorum. Yunus’un mısralarından her gün ayrı bir güzellik çıkarıyorum. Her şey, her an yeniden varoluyor. “Allah her an yeni bir şe’n üzeredir.” buyruluyor Kur’an-ı Kerim’de.





- Siz diyorsunuz ki sevgiyi bütün canlılar algılıyor, bu nasıl oluyor?





- Allah her zerreye sevgiyi öğretiyor. Her zerrenin zikrinin güzelleşmesi gördüğü sevgiye bağlı. Bir zikrin gerçek bir zikir olabilmesi için de sevgiyle yapılması lazım. Bu her varlık için böyle.





Her insanın asıl ihtiyacı ekmekten evvel, sudan evvel sevgidir. Ümit Yaşar bir şiirinde





“Sen sevildiğin için güzelsin bu kadar,





Ben sevilmediğimden böyle çirkinim”





diyor. Yunus Emre, “Aşk gelicek, cümle eksikler biter.” diyor. Sevgi olmadığı zaman her şey anlamını kaybediyor. İnsanlar arası, insan – hayvan, insan – bitki, insan – eşya ilişkisi sevgiye bağlı, sevgi olmadığı zaman insan eşya arasında güzel bir ilişki olmuyor. İnsanla Allah arasında da bir güzellik yaşanmıyor. Sevgisiz insan mutlak surette mutsuz, huzursuz olmaya mahkumdur.





Sabri Tandoğan Efendi Hz.


Aziz Ruhları Şad Olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]