Sayın Çiğdem Seçkin Gürel,
15.4.2007 tarihli mailinizi aldım.
Kıymetli yavrum, babaannemden bahsetmemi istiyorsun. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın. Babaannemin ismi Ayşe Hanım’dı. Konya’nın Ermenek ilçesinde doğmuş, büyümüştü. Ermenek, Toroslar üzerinde güzel, şirin bir ilçe. Şimdi, mülki bakımdan Karaman’a bağlandı. Ama bizler sorulduğu zaman Mevlana’ya olan büyük aşkımızdan Konya’nın Ermenek ilçesi diyoruz. Genç yaşta evlenmiş, beş çocuk sahibi olmuştu. Daha beşinci çocuğuna hamileyken dedem Mehmet Efendi, Hakkın rahmetine kavuştu. O sıralar ispanyol nezlesi diye bir salgın hastalık varmış. O hastalığa yakalanmış ve birçok kimse gibi kurtulamamış. Babaannem eşini kaybettiği zaman yirmibeş yaşındaymış. O andan itibaren kolları sıvamış, çalışmış, çabalamış, çetin bir hayat mücadelesi vermiş. Yerine göre nakışla, dikişle para kazanmış. Çocuklarını beslemiş, büyütmüş, okutmuş, evlendirmiş. Son olarak da gelen davet üzerine Ermenek’den kalkıyor beni yetiştirmek üzere Ankara’ya geliyor. Rahmetli annem, öğretmen. Sabah çıkıyor, akşam geliyor. Benim çocukluğum babaannemle geçti. Bu olay babaannemin ilk gurbete çıkışıydı. Daha önce bir köye bile gitmemişti. Rahmetli babaannem o zamanın birçok Anadolu kadını gibi mektep, medrese görmemişti. Okuması, yazması yoktu. Ama gönül gözü açık bir kadındı. Ankara’ya geldikten sonra kibarlığı, asaleti, hassasiyeti, inceliği ve zarafeti ile bütün komşu teyzelerin gönüllerini fethetmişti. Bir süre sonra derdi olan, sıkıntısı olan, sorunu olan babaanneme koşuyordu. O günleri hatırlıyorum. Babaannem gelenleri edeple, saygıyla karşılar, onları sükunetle dinler, sonra çok kısa ve özlü olarak ne yapacaklarını anlatırdı. Herhalde bu söylenenler işe yarıyordu ki gelenler ellerinde şeker paketleriyle teşekküre gelirler, rahmetli babaannem onları aidiyeti cihetiyle bana havale ederdi. Tahmin edeceğiniz gibi ben de en kısa bir zamanda gereğini düşünürdüm. Babaannem sanki dünyaya edep için, saygı için gelmişti. Annem, akşam okuldan gelince muhakkak ayağa kalkarak, saygıyla selamlardı, “hoşgeldin” derdi. Annem kaç kere rica etti. “Anneciğim”, dedi, “lütfen yorulmayın, ben sizin evladınız değil miyim?” Babaannem derhal cevap verirdi: “Ben”, derdi, “gelinime ayağa kalkmayacağım da dünyaya niye geldim?” Rahmetli annem, kayınvaldesini tarihte belki emsali çok az görülen bir teslimiyetle sevdi, saydı, bağrına bastı. “Dünya bir yana, kayınvaldem bir yana” derdi ve kayınvaldesini herkesten daha çok sevdiğini sık sık tekrarlardı. Aralarında öyle eşi nadir görülen güzel bir ilişki vardı. Çocukluğumun en güzel hatıraları hep bu iki mübarek hanımla doludur. Rahmetli annem de ben evlendikten sonra gelinine aynı şekilde hareket etti. Bir kere dahi aralarında bir münakaşa olmadı, bir kırgınlık çıkmadı. Şimdi çevremden gelin kaynana kavgalarını işittiğim zaman öyle yadırgıyorum ki, bana masal gibi, rüya gibi geliyor, inanamıyorum. Eve bir satıcı geldiği zaman babaannem ona muhakkak sorardı, “Yavrum”, derdi, “karnın aç mı, Allah ne verdiyse sana yemek hazırlayım mı?” Babaannemin en büyük zevklerinden biri acıkanlara yemek çıkarmak, susayanlara su vermekti. Bazan komşu teyzeler gelirdi, söz biraz dedikoduya kayacak olsa babaannem derhal bir bahane bulur odayı terkederdi. Hayatı boyunca hiç dedikodu yapmadı. Laf alıp, laf taşımadı. Kimseyi kıskanmadı, kimseye haset etmedi. Kimseyi kötülemedi. Benim çocukluğumda evin önünden geçen bazı sarhoşlar nara atarlardı. Sanki o devrin modasıydı. Nara sesini duyanların bir kısmı beddua ederdi, “zıkkım içsin” derdi. Babaannem, başını önüne eğer, “yazık”, derdi, “zavallının bir derdi var ki öyle bağırıyor. Derd adamı söyletir” derdi. Bu hoş olmayan olayı dahi o engin hoşgörüsüyle karşılardı.
Babaanneme soru sormaya gelenlerin arasında bazan banka müdürleri, bazan üniversite profesörleri olurdu. Çocukken bir türlü bunun izahını yapamazdım. Düşünür, taşınır cevabını bulamazdım. “Bu teyze”, derdim “üniversitede profesör, komşumuz. Babaaanem okuması, yazması olmayan bir hanım. Bu iş nasıl oluyor” derdim. Sorunun cevabını bulabilmem için yıllarım geçti. Ne zaman Yunus Emre’yi okudum, mesele aydınlandı.
“İlim, ilim demektir
İlim, kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır”
Demek ki bir de bilinen ilimlerin yanısıra başka bir ilim vardı: “İlm-i Tevhid”. İlm-i Tevhid’i öğrenenler için bütün müşküller hallediliyor, bütün karanlıklar aydınlanıyordu. İlm-i Tevhidi kitaplardan, okullardan öğrenmenin imkanı yoktu. Ancak bir insandan tahsil edilebiliyordu. Şimdi Hazret-i Ömer’in “Kimin imanına sahip olmak isterdin?” sorusuna “okuması, yazması olmayan, yalnız, kimsesiz bir çöl kadınının imanına sahip olmak isterdim” demesindeki harikulade inceliği anlıyabiliyorum.
Rahmeti babaannem harikulade güzel yemek yapadı. Yemek onun ellerinde bir güzel sanat halini alırdı. Pirinç pilavını yaptıktan sonra sobanın yanında yarım saat dinlendirirdi. Acıktım da deseniz sofraya getirmezdi. Bir gün misafir gelecekti. Babaannem koca bir tencere dolu arabaşı çorbası yapmıştı. Arabaşı çorbası Ermenek’den başka Anadolu’nun bazı yerlerinde de biliniyordu. İnanılmaz güzellikte bir çorbaydı. Tavuk etinden yapılırdı. Acı olurdu. Ben, sobanın yanında dinlenmekte olan çorbayı “Cihat gibi uçuyorum” diye diyerekten devirmiştim. Bütün evin içi çorbayla doldu. Bugün gibi hatırımdadır. Öyle utandım ki korkudan nefes bile alamıyordum, yüzüm sapsarı olmuştu. Rahmetli babaannem hiç sesini çıkartmadı. Tek kelime söylemedi. Önce halının üzerindeki çorbayı aldı. Sonra dört ayrı sabunlu su yaparak halıyı sildi. Sonra giyindi, malzeme almaya gitti. Ben, hala yerimde kıpırdayamıyordum. O mübarek kadın ne anneme, ne babama tek kelime söylemedi. Misafirler geldi. Yeni çorbayı zevkle içtiler. Olay insanı ürpertecek kadar muhteşemdi. Unutmak ne mümkün.
Babaannem sade arabaşı çorbasını değil herşeyi çok güzel yapardı. Ermeneğin en güzel yemek yapan hanımıydı. Misafirler ağırlanır, giderler, sonra babaannem bir tabağa ince bir dilim ekmek alır, beş altı ceviz içi alır (ki o zamanlar Ermeneğin cevizi çok meşhurdu. En güzel ceviz Ermenek’den gelirdi) onu yerdi. Yanına giderdim, “canım babaanne”, derdim, “bu kadar güzel yemekler yaptığın halde niye ceviz, ekmek yiyorsun. Bana anlatır mısın, çok merak ediyorum”. Babaannem tebessüm eder, “ah yavrum”, derdi, “beş yaşındaki bir çocuğa bunu nasıl anlatabilirim?” Bütün çocukluk günlerim babaanneme ait, hepsi birbirinden güzel hatıralarla doldu. Üzerimde silinmeyen izler bıraktı. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun.
Sevgili yavrum, sorduğun soru beni çocukluğumun en güzel günlerine götürdü. Sana sonsuz teşekkürler ediyor, selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Sabri Tandoğan
Sayın Sabri Tandoğan'ın cevaben yazdıkları :
Çocukluğumun en güzel günleri Yazan Çiğdem Seçkin Gürel
Cvp: Çocukluğumun en güzel günleri Yazan Sabri Tandoğan