.
ZÂHİRDE ÇOBAN, BÂTINDA KIRKLARDAN BİR BÜYÜK VELÎ, SON DEVRİN HAK AŞIKLARINDAN, HIZIR A.S.'IN TALEBESİ: LADİKLİ AHMED AĞA
Ârif, Ümmî ve Velî. Hızır aleyhisselâmın sırdaşı…
Konya Lâdik kasabasında dünyaya gelmiştir. Aslen Buharalıdır. Köyünde çobanlıkla meşgul iken Birinci Cihan harbi patlak verir. O da her kahraman Türk evladı gibi din ve vatan için savaşa koşar.
Yirmi altı sene askerlik yapmış bir İstiklâl Savaşı gazisidir. Kanal Harekâtı’nda İngilizlere karşı arkadaşları ile birlikte harp ederken, sağ omzundan hilâl şeklinde yaralanır. En yakın dört arkadaşının kahramanlıklarını ve şehit düşüşlerini yaralı bir vaziyette seyreder. Sonra oraları düşman istilâ eder. Düşman askerleri, yaralı askerlerimizi, “Ölmeyen kalmasın!” diyerek süngülerler. Bu esnada Lâdikli Ahmet Ağa başını bir şehidin kolunun altına sokar. Düşmanlar, “Hiç diri asker kalmadı.” diyerek uzaklaşıp giderler.
Orada, aç susuz yaralı bir vaziyette kalır. O anda bulunduğu yeri de düşman işgal etmiştir. Ellerini açarak yalvarır: “Allâh’ım, beni düşman eline bırakma!”
Bu yakarış yerine varmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın izniyle Hızır aleyhisselâm atıyla gelir. Lâdikli Ahmet Ağa’ya matarasından bir bardak aşk şerbeti içirir. Ancak yarısına kadar içer, tamamını bitiremez. Şerbeti içtikten sonra açlığı ve susuzluğu bir anda gider. Yaranın verdiği ağrı ve hâlsizlik de son bulur. O zaman dili söylemeye başlar:
Ne garip garip bakan Tîh’le Tûr’a
Ömründe kuş bile uçmadı bura
Seni Hakk’a yaklaştırdı bu yara
Yansa da ayrılmaz Hakk’tan Hüdâî
Aşk elinden içtim aşkın dolusun
Yalvar Ahmet sen Rabb’ının kulusun
Hak yolunda arzuhâlin bulunsun
Yâ Muhammed sen hidâyet gülüsün
Askerlik Sonrası
Bu dönemi Ahmed Ağa (k.s) şöyle anlatmıştır:
“Elhamdulillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiler, artık memleketim olan Lâdik’e gelmiştim. İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi beni günden güne sinemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi de kimseye anlatamıyordum. İşte böyle günler aylar geçiyor, hep gözlerim yolları gözlüyor, O’nu bekliyorum. Çünkü “Geleceğim.” demişti. Gönlümdeki yangın ateşi arttıkça, lisanım gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu. Tam on iki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, Hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.
İşte o günden sonra, hemen hemen her gün uğrar, lüzum eden ders ve malumatı verirdi. Zaman geldi artık beni alır, kendisi ile beraber manevî toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman manevî telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima böyle saatinden önce vardığım için de üstadım beni çok sever memnun olurdu.”
Ahmet Ağa, zamanının çoğunu odasına gelen misafirlerine hizmet ederek geçirmiş, kimseye yük olmamış, almamış, hep vermiş, onları iyiliğe ve hayra davet etmiş, kimseyi ayırmadan herkese duâ etmiş, sohbetine katılan hiç kimseyi eli ve gönlü boş çevirmemiştir. Boş kaldığı zamanlarda dağlarda çobanlık yapmış, tarla ve bahçelerini ekip biçmekle meşgul olmuştur.
Hocası Hızır (a.s)
Onu her yönüyle tanıyan bilen 40 sene arkadaşlık yaptığı hocası Hızır aleyhisselâmdır.
“Hocamı yedi adım geriden takip ederim. Hocam yüzüme baktığı zaman, yüzümün rengi solar. Hocam bana derdi ki: “Hüdâî! Ben çok evliya ile arkadaşlık yaptım. Sendeki hâli görmedim.”
Ahmet Ağa bazen, “Bende bir şey yok, çobanın birisiyim.” der, bazen de âdeta coşarak: “Oğlum, benim hocam ilim deryasıdır. Ne soracaksanız sorun. Ben size bir peygamberin hayatını günlerce anlatırım. Fakat sizler dinlemeye tahammül edemezsiniz.” derdi.
Son Günleri ve Vefatı
Son zamanlarında hasta yatarken, “Sen gidince bizler ne yapacağız Ahmet Ağa?” diye ağlamaya başlayan misafirlerine, yataktan doğrularak “ALLÂH var oğlum. Allâh var, keder yok!” demiştir.
Evlatlarından birisi eline varıp, “Baba hakkını helal et!” dediği zaman “Oğlum, bende üç emanet var. Onları sahiplerine verirsen, hakkımı helal etmiş olacağım. Sen olmasan da onlar emanetleri alıp götürecekler. Ama sen de onları görsen iyi olur.” der.
Ve tarihler 8 Haziran 1969 Perşembeyi gösterirken rahmet-i Rahmân’a kavuşur.
Vefatından bir kaç ay sonra oğlu Zekeriya “Haydi, odaya gel emanetleri ver.” diye bir ses duyar.
Bu odada 1967 yıllarında meydana gelen Küba krizi çözülmüş.
Kore savaşındaki olayların seyri değiştirilmiş.
Odaya geldiği zaman odanın kapısı kilitli olduğu hâlde 3 kişi içeride namaz kılmaktadır. Hemen o da namaz kılmaya başlar. Birisi bembeyaz örtüler içerisinde kapalı bir vaziyettedir. Açık olan konuşur. “Sen otur dayanamazsın.” der. Gece sabaha kadar namaz kılarlar. Bir lokma verirler, ağzına atar fakat tadı hoşuna gitmez çıkarır. Belli etmeden kenara koyar. Üç kişiden biri “O lokmayı yeseydin babanın vazifesine sen devam edecektin, nasibin bu kadarmış” der. Emanetleri isterler. Emanetlerin birisi “Tayy-i Mekân” elbisesi, birisi mühür, öbürü de şeceredir.
“Beraber kabrine kadar gidelim, babanın kabrini birlikte ziyaret edelim.” derler. Yolda giderlerken bir şahıs bunları görür. “Bu adam fazla yaşamaz” derler. Kapalı ve bürgülü olan kabristanın biraz dışında namaz kılarlar. Namaz kılınan yerde o sene otlar kurumaz. Kabirden ayrılıp ağaçlık bir yerden geçerlerken içlerinden bir tanesi ‘ALLÂH!’ deyince ağaçlar secdeye kapanır gibi olur. Oğlu oraya düşer bayılır. Onlar da giderler, gözden kaybolurlar.
Hakk Âşığı
Allâh ve Rasûlü’nün âşığı, Hakk aşığı, Hakk dostu idi.
O, hayatı ile Allâh’a ve Rasûlü’ne nasıl âşık olunacağını gösterdi. Onun muradı, ne dünya ne de dünya içindeki olanlar… Onun asıl muradı, her yerde ve her mekânda hakikat nurunu aramak, Allâh’ın rızasını kazanıp cemalini görmek, hak ve hakikate ermek. O da her fâni gibi dünyaya geldi, kulluğa yakışır bir şekilde hayat sürdü, gönüllere taht kurdu. Dünyanın dört bir tarafında onun sevgisi gönüllerde yaşıyor. Hacı Veyiszâde ile çok sıkı dost idi. Onu daima överdi.
O, hiç kimsenin övgüsüne ve iltifatına ihtiyaç duymamış, kendisini metheden birine, “Oğlum! Ben, Allâh’ı ve Rasûlü’nü seviyorum, sen de onları sev!” demiştir. Şöhretten ve riyadan son derece kaçınmıştır. “Bana türbe yapmayın, bir taş dikin yeter…” demiştir.
Kimseler bilmez benim işimi
Bu aşkın yoluna koydum başımı
Dikmesinler benim mezar taşımı
Gecelerde doğdu nuru Muhammed (s.a.s)
Ziyaretçilerinden birisi: “Hacı Ahmet Ağa bazı kişiler senin hakkında kötü sözler sarf ediyorlar.” deyince, “Benim Allâh ile aram iyi ise, herkes bana kötü dese ne çıkar! Benim Allâh ile aram kötü ise herkes bana iyi dese ne çıkar!” diyerek şu beytini okumuştu:
Kimi atlı kimi yayan
Her ameller olur ayan
İçmişim aşkın şarabın
İsterse desinler yalan
Güzel Ahlakı
Güzel ahlâk ve merhamet sahibiydi. Kollarını açıp Ümmet-i Muhammed’i kucakladı. Sanki herkes onun evladı ve torunu gibiydi. Evinin kapısı gece ve gündüz herkese açıktı. Küçük ve büyük herkese hizmet etti. Meseleleriyle ilgilendi, dertlilerin dertlerine çareler aradı, istisnasız herkese duâ etti. Yetimi, öksüzü görüp gözetirdi. Hediye vermeyi seven cömert bir karakteri vardı. O, halkın içinde halktan biri gibi, fakat gönlü daima Hakk’la beraber olan bir Hakk eriydi.
Az uyuyan, çok ibadet eden, az gülüp çok ağlayan kimselerdendi. Ciddî, vakur ve daima tefekkürlü bir hâlde bulunurdu. Celâlli oluşunun ardında kullara ve mahlûkata karşı ince bir merhameti vardı. Gözü gönlü öbür âleme dönüktü. Kaza ve kadere boyun eğip, kaderine razı olan bir sabır numunesiydi. Kendine has manevî bir kokusu vardı, eline aldığı ve kullandığı eşyalar o güzelim kokuya bürünürdü.
Manevî ilme sahip olduğu için, âlim bir insanla sohbet ederken o da âlim olurdu. Dünya sanki avucunun içinde gibiydi.
Beş vakit namazını camide kılardı. Camiye gidip gelirken yere bakarak -sanki bir şeyler kaybetmiş de onu arıyor gibi- düşünceli, ağır ağır hareket ederdi. Çok güzel giyinir, temizliğine çok dikkat ederdi. Abdest alırken, namaz kılarken çok emek çekerdi. Namazı hiç bitmez zannedilirdi. Geceleri uyumaz, sabaha kadar ibadet ederdi. Gerek beyitlerinde gerekse sohbetlerine seher vaktinin önemini defalarca beyan etmiştir. Gelen giden misafirlerine birçok tavsiyelerde bulunmuştur.
“İhtiyarlığınızda genç yaşamak istiyorsanız, onu bunu bahane etmeden, beş vakit namazınızı camide cemaatle kılın. Dizlerinize sarı su inmeden, genç iken namazı çok kılın. Çocuklarınızın rızkını helalinden kazanın, alnınızın terini yiyin, kimsenin eline bakmayın. Bu din Allâh’ın dinidir. Allâh ne derse onu yerine getirin. Hizmet ehli olun, hizmetten geri kalmayın. Allâh sonumuzu hayra getirsin, Allâh hakkımızda hayırlısını versin.” derdi.
Yine sohbetlerinde dünyanın yaradılışından, peygamberlerin hayatından, Peygamber Efendimizin (s.a.s) ve ashabının hayatından bahsederdi. Büyük veliler ve âlimlerle ilgili kıssalar da anlatırdı. Sohbetine katılanlar büyük bir haz duyardı. Duygusal anlar yaşanırdı. Herkes memnun kalarak, tekrar buluşmak niyetiyle, selâm ve duâsını da alarak ayrılıp giderdi.
“Allâh’ım! Sev bizi, sevdir bizi, dünyada ve ahirette ağlatma güldür bizi…” diye dua ederdi.
Sohbetinden ve aşkla söylediği beyitlerinden sonra mutlaka “Allâh hakkımızda hayırlısını versin! İmanımı kurtarabilirsem ne mutlu bana” deyip, korku ile ümit arasında yaşardı.
Her türlü eza ve cefaya katlandı. Bir taraftan dünya meşgalesi, öbür taraftan halkın eziyeti… Hepsinden zor olanı ise aşk ateşinin onu yakmasıydı.
Ehl-i Sünnet inancına göre velilerin keramet sahibi olmaları haktır ve gerçektir. Veliler etrafında anlatılan akıllara durgunluk verici bazı kerametlerin fizikî anlamda izahları elbette kolay değildir. Ancak kâinattaki birçok hâdiselerin de, iyi bakıldığı takdirde akılları zorlayacak nitelikte olduğu görülür. Sadece duyu organlarıyla bazı şeyleri anlamaya çalışmak, illâki maddî görüntü ve bilgiler aracıyla fizikötesi hâdiseleri kavramaya uğraşmak, çoğu zaman insanı bir çıkmaza sürükleyebilmektedir.
Bir anda dünyanın en uzun mesafelerini kat edebilen -Allâh’ın lânetlediği- şeytan bile böyle olağanüstü özelliklere sahip iken, Allâh’ın bir veli kulu niçin daha iyi özelliklere sahip olmasın?
Merhameti
Bir seveni anlatmıştır:
“İlk görüşmemizde Ahmet Ağa aynı Yunus gibi çok güzel şiirler okudu, adeta kendinden geçti. Ben edebiyat hocalığı yaptığım için şaşırdım bu coşkunluk karşısında. Daha sonraki zamanlarda tek başıma onu ziyarete gitmeye başladım. Bir defasında yalnızca ikimizin bulunduğu ortamda ona,
- Ahmet Ağa, sen bu hali nasıl elde ettin?’ dedim. Ahmet Ağa:
- Bende bir hal yok, ben ümmî bir çobanım’ dedi. Kendisine:
- Ama zaman zaman siz, ‘Göreve çağırıyorlar.’ diyerek çıkıp gidiyorsunuz, sizi göremiyoruz’ deyince, anlatmak zorunda kaldı:
‘Seferberlik zamanında Gazze’de savaşıyorduk. Düşman bizi muhasara altına aldı. Bir hafta boyunca ne su, ne yiyecek bulabildik. Daha sonra yardım ulaştı, kazanlar kaynamaya başladı. Yemek dağıttılar bize. Bir ekmeğin içine tahin koymuşlardı. Ben ekmeği ısırdım, bir lokma ağzıma aldım. O sırada karşımda, bir deri bir kemik kalmış bir köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Biraz ekmek bölüp ona attım. Yanımdakiler: ‘Ahmet delilik etme, ye yemeğini’ dediler. Ancak benim gönlüm bu hale elvermedi. Bir lokma kendim yedim, bir lokma köpeğe verdim. Gece uykuya dalınca Peygamber Efendimiz (s.a.s) teşrif ettiler, sırtımı sıvazlayıp: ‘Ahmet, evladım! Ben seni sevdim.’ buyurdular. Daha sonra uyandığımda Peygamber Efendimize (s.a.s) karşı büyük bir aşk başladı içimde. O günden beri bu haldeyim.”
Evet, Anadolu boş değil
Evliya ve şehit diyarı
Anadolu Erenleri sadece Türkiye ile değil
Dünyanın her bölgesi ile tek tek uğraşıyorlar.
Lâdikli Ahmet Ağa kendisini kış günü ziyarete gelenlere yaz gününün meyvelerini çıkarırdı. Hatta köylü bu seferlerini bildiği için Lâdikli Ahmet Ağa’ya “Bize dalıyla taze hurma getir, muz getir” gibi ısmarlamalar yapardı.
Bu görevlerinden en çarpıcısı ise Kore’de sıkışan Türk tugayına yardım için gitmesidir. O, Kunuri çarpışmalarında sıkışan Türk tugayını kurtarır.
1957’lerde patlak veren füze krizi hakkında Cezayir dağlarında konuşan kırklar ile toplantı yapar. Bunlar hep Allâhü Azîmüşşân Hz.lerinin izin, emir ve müsaadesi iledir. Meleklerden askerleri olduğu gibi insanlardan da kendine yakın kılıp kerametler verdiği kulları vardır.
Birçok kişi sorar Ahmet Ağa’ya,
“Ahmet Ağa, madem bu kadar göreve gidiyorsun, nedir bu İslâm âleminin hali?” O da cevap verir:
“İzin yok oğlum, izin yok. Olsa her şey düzelir.”
Lâdikli Ahmet Ağa yine bir sohbette sorarlar:
“Ahmet Ağa bugün nereye gidiyorsun?”
“Washington’a”
Köylüler yine sorar:
“Ahmet Ağa kaç saatte gidersiniz Washington’a?”
“Lâdik’ten Washington 4 dakika” der.
Lâdikli Ahmet Ağamız da bir Berat gecesi evinde toplanan misafirlerinin ‘‘Eee Ahmet Ağa, bugün nereye gideceksiniz?” sorusu üzerine,
“Bu gece Mekke-i Mükerreme’de bir toplantı olacak. Harem-i Şerif’te Zemzem kuyusunun başında. Her sene bu gece Zemzem kuyusunun suyu coşar kabarır, ağzına kadar gelir. Rasûlullâh Efendimizin ruhaniyeti, bütün peygamberler ve evliyâullâh orada toplanır. Hep birlikte dua yapılır. Sonra o kuyudan bir su içilir, artanı da oraya dökülür. Ondan sonra su normale çekilir. Zemzem kuyusunun suyunun bitmeyişinin hikmeti budur. Her sene bu merasim yapılır.” diye cevap verir.
Kore Harbi Ve Yarılan Kuşatma
Bir seveni şunları anlatır:
“Kore harbinin olduğu devre, yine bir ziyaretimde Hacı Babayı ziyaret için Lâdik’e gitmiştim, gece odasında kalıp misafiri olduk. Yatsı namazına kadar beraber kaldıktan sonra, Hacı Baba namazı kıldı ve sonra bizden müsaade alıp gitti. Sabah namazında geldi ve bize:
‘Bugün Kore’de idik; Türk askeri çember içine girmiş, imha edilmek üzere idi. Kurtarılmak için Mevla’dan izin çıktı, manevî arkadaşlarımla Kore’ye yetiştik. Bizim askerin önüne düştük. Kâfir askerleri bizi görürler, lakin bizim askerler göremezler. Kılıçları çektik, küffâr askerini kılıçtan geçirerek bizimkilere yol verdik. Bakın sabah radyo haberleri verirken duyacaksınız.’ dedi.
Sabahleyin bir radyo getirdiler, ilk haberleri açtılar. Kore’de bulunan, General Tahsin Yazıcı komutasındaki Türk birliği çember içine alınmış, inanılmaz bir kahramanlık örneği vererek çemberi yarmış, kâfirleri perişan etmişler, diye radyo haber veriyordu.”
İşte Allâh’ın manevî ordularının vazifeleri ve zaferleri!
Yine Lâdikli Ahmed Hüdâî (k.s) Hazretleri; 1960’lı yıllarda komünist Rus rejiminin 1990 yılında yıkılıp 16 parçaya bölüneceğini, İran’da ihtilal olup siyah cübbelilerin duruma hâkim olacaklarını ve bunun gibi daha birçok hadiseyi Allâh’ın (c.c) izniyle önceden bildirmişlerdir.
Kendisi tayy-i mekân yapmasına rağmen birçok sıkıntılara katlanarak 1966 yılında haccetmişler, bu esnada yanında bulunanlar birçok harikulade olayı müşahede etmişlerdir.
Kabri, Konya Lâdik Kasabası mezarlığındadır. Allâh (c.c) sırrının kudsiyetini artırsın, şefaatine nail eylesin.
Kaynaklar:
Mustafa ÖZDAMAR, Lâdikli Ahmed Ağa (k.s), Kırkkandil Yayınları