.
Muhterem Efendim;
Bela ve Ölüm kavramlarına getirdiğiniz açılımlardan müstefid olduk. Görüşlerinizi pek çok dostumla da paylaştım şükürler olsun...Şu günlerde zihnimize takılan bazı hususları yine paylaşmak ve berrak gönlünüzden süzülenleri yudumlamak isteriz:
1- Hızır (as) ile görüşme bahsi evliya kıssalarında çok geçiyor.Eskilerden Hızır(as) ı camide,yolda,dağda,bayırda görenler de olurmuş.Hızır ile görüşmenin hakikati nedir efendim?..Bu çok yüksek mertebe mi ister yoksa engin bir gönül mü?...
Bu çerçevede kültürümüze yerleşen bereket ve huzur timsali Hızır-İlyas buluşmasının özünü de sizden okumak dileriz...
2-Ay nurunu güneşten alıyor. Güneşin harareti,narı aydan bize nur olarak yansıyor.Ve o nura şiirler besteler yapılıyor.Sevgilinin yüzü ayın ondördü diye vasfediliyor.
Narı nura dönüştüren ayı;kendi gönlümüzde nasıl buluruz?
Siz Yunus'umuzun bir beyti ile ikilik bakışını vahdet bakışına çok hoş tebdil ettiniz.
BİR ÇEŞMEDEN AKAN SU
ACI TATLI OLMAYA
Nar-Nur,Cennet-Cehennem,Hayır-Şer bakışları tamamen bizlere göre midir?.Yani bu sizin o unutulmaz iftar sofarmızda buyurdugunuz gibi;"Kafanın içindeki kavgayı dindiremeyenler" e göre midir?..
3-Kader planına göre herşey ezelde çizilmişse ve bizler yaratılış gayemize koşuyor isek;
İrade sadece Allaha ait ise SORUMLULUK-MUKELLEFİYET-ÖDÜL-CEZA kavramlarını nasıl anlayalım diye çok soruluyor. Bu konuda sizin görüşleriniz nelerdir?..
Cennete amelle değil,Onun rahmeti ve dilemesi ile giriliyor ise;amel etmek,sorumlu tutulmak niçin?...
4-Hızır Musa buluşması malumunuz Kehf Suresinde İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER diye bahsedilir. Tarihi misyondan öte bu kavramı sembol diye düşünecek olursak; iki denizin birleştiği yer, insanda neresidir?..
5- Büyük Yunus'umuz
Şol İlyasla şol Hizir ab-i hayat ictiler,
Şol birkac gunde bunlar ölesi degil."
Ölümsüzlük suyu da denen ab-ı hayat sizce nedir?...
Epeyce soruyu peşpeşe sıraladım, vaktinizi alıp sizi meşgul edeceğim için şimdiden bağışlayın.
En derin hürmet ve muhabbetlerimle..
MD
--------------------------------------------------------------------------------
Sayın Sabri Tandoğan Efendi Hz'nin cevaben yazdıkları :
Sayın Mehmet Doğramacı,
1- Efendim, Hızır Aleyhisselam her zaman, her yerde görülebilir. O, Rahman ve Rahiym olan Allah’ın bu sıfatlarıyla darda kalan, sıkıntıda kalan, bunalan, imdat ve yardım isteyen, teselliye muhtaç olan herkese tecelli edebilir. Onunla konuşmak için muhakkak büyük bir veli olmak gerekmez. Ama o insanın dürüst, temiz, kalbinde kin ve nefret hissi taşımayan edepli, mütavazı ve kirlenmemiş, fıtratı bozulmamış bir insan olması gerektir. Rahmetli babam anlatırdı. Dedem, vefat ettiği zaman babam oniki yaşındaymış. Ailesinin geçimini sağlamak için ticarete başlamış. Çok soğuk bir kış günü Ermenekten üzerine bindiği atın iki yanına içinde ceviz içi olan çuvalları alarak yola koyulmuş. Ermeneğin meşhur bir “Yelli bel”i vardır. Oradan geçerken kar başlamış. Biraz sonra hertaraf bembeyaz kesilmiş. Öyle bir yol ki iki tarafı uçurum. Torosların en zor yolu. Öyle ki at biraz sağa veya biraz sola gitse uçuruma yuvarlanacaklar. Rahmetli babam korkmuş. Vakit gece yarısı, hertaraf bembeyaz kar. Issız, kimsesiz, ürperten bir gece. Biraz sonra Hızır Aleyhisselam gözükmüş. Babama selam vermiş. Yavrum, hiç korkma, atın üzerinde rahat ve sakin otur. Eğer uykun gelirse uyu. At seni Silifkeye götürecek demiş. Babam elini öpmek istemiş mübarek kaybolmuş. Sonra babam gözlerini kapamış, uyumuş. Sabahleyin gözlerini açtığı zaman kendini Silifkede bulmuş. babamın bu hatırasını işittiğim zaman ufak bir çocuktum, bunu ömür boyu unutmadım. Hızır Aleyhisselam bugün de o ruh temizliğinde olan herhangi bir kimseye görünebilir, ona yardım edebilir.
Hızır-İlyas buluşmasını ben bir simge olarak algılıyorum. Fıtratın kanunlarına göre yaşandığı zaman, Kur’an’ın rehberliğinde bir hayat yaşandığı zaman ve hayatımızın her yönünde şeksiz, şüphesiz, tam bir teslimiyetle Resulullah Efendimizin yolunda yüründüğü zaman Hızır-İlyas birleşmesi oluyor. Yani biz orada tevhidi bütün nüanslarıyla yaşamış oluyoruz. O zaman tevhidin ışığı bütün varlığımızı manen ve maddeten kuşatıyor. Hayatta daha güzel, daha muhteşem ne olabilir. Olayı ben böyle algılıyorum.
2- Muhterem efendim, bütün mesele, bütün varlığı, bütün kainatı, bütün tecellileri rahmet kaynağı, nur olarak görebilmekte. Büyük Yunus “bir çeşmeden akan su acı, tatlı olmaya” derken, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” derken hep aynı şeyi kastediyorlardı. Kötülük, çirkinlik, fenalık, kin, nefret, düşmanlık hep bizim içimizdeki tevhide ulaşamayışımızdan doğan negatif, noksan görüşlerden başka nedir? Bir dünya güzellik kraliçesi düşünelim. Bu kızcağızın (çok afedersiniz) burnunda sümük olması, kulağında kir olması, barsaklarında cife bulunması onun güzelliğine halel getirir mi? Bu ve benzeri hayati fonksiyonlar olmasa o kızın güzelliği devam edebilir mi? Demek ki bize pis gibi, çirkin gibi görünen bu durumlar o kızımızın güzelliğini tamamlayıcı unsurlar. Yıllar önceydi. Fakültede okuyordum. Yenimahallede oturuyorduk. Karşımızdaki ailenin kibar, temiz, hanımefendi bir kızı vardı. Melek gibi bir insandı. Bir gün bir başağrısına yakalandı. Sabahlara kadar feryad ediyordu. Gitmediği doktor kalmadı. Teşhiste birleşiyorlar, fakat tedavisi mümkün olmuyordu. Komşumuzun kızının burnundan sümük gelmiyordu. İlaçlar, tedaviler sonuç getirmiyordu. Bir gün mahallede herkesin evliya bildiği bir yaşlı teyze ziyaretine gidiyor. Kızım diyor, bunun bir ilacı var. Nezle olmuş, mütemadiyen burnu akan bir hasta bulacaksın. Onun burnundan akan sümükleri bütün yüzüne süreceksin. Allah’ın izniyle o zaman burun kanalların açılacak. Kızcağız ümit dünyası denilenleri yapıyor ve aslan gibi oluyor. Bu olay beni çok düşündürmüştü. Bir gün kendisine sordum? “Mualla”, dedim, “o sümükleri yüzüne sürerken hiç iğrenmedin mi, hiç tiksinmedin mi?” “Ah, Sabri” dedi, “bana o anda onlar nur gibi göründü. Çünkü bana şifa getireceğine inanıyordum ve yapacak başka hiçbirşey yoktu”. Olay böyle efendim. Bizim, nakıs görüşümüz hayatta gerçekleri değiştiremez ki.
Yine yıllar önceydi, evleniyordum. Nikahta giyeceğim elbisenin provası için terziye gitmiştim. Sami Akbaş, o zamanların Ankara’sının en tanınmış, üç terzisinden biriydi. Sıramı bekliyordum. Ben, bekleme salonuna girdiğimde köşede temiz giyimli, kibar, efendi bir kimse oturuyordu. Herkes gidiyor, “Efendim, geçmiş olsun, Allah bir daha göstermesin” diyordu. Doğrusu merak etmiştim. Ben de yaklaştım, “Efendim”, dedim, kusura bakmayın, mahiyetini bilmiyorum, ama ben de müsaadenizle aynı şeyleri söyleyeceğim. Geçmiş olsun, Allah bir daha göstermesin”. O zat, olayı anlattı: Bir türlü günler geçiyor, büyük abdestini yapamıyormuş. Günler günleri, haftalar, haftaları kovalamış. Adamcağızın karnı taş gibi. En ufak bir hareket yok. Gitmediği doktor kalmamış. Bu belki ameliyatla halledilebilir, ama çok riskli, göze alamayız diyorlarmış. Nihayet bu konuda Amerika’da ihtisasını yapmış, yetişmiş, genç bir doçent herşeyi göze almış ve ellinci günü ameliyatla adamı kurtarmış. Olay üzerinden tam elli yıla yakın zaman geçti. Ama unutamadım. Sürekli düşündüm. Ben sadece iki örnek verdim. Hayatta boşa yaratılmış, lüzumsuz, gereksiz, fuzuli hiçbir şey yok.
1926 yılına kadar tıp aleminde kör bağırsak fuzuli bir organ gibi kabul ediliyordu. Bir bilim adamı onu gereksiz olmadığını, bir özel sıvı çıkardığını, bu sıvının da barsaklardaki gaitayı yumuşatıp, harekete geçirdiğini bilimsel olarak ispat etti. Benim nazarımda yeryüzündeki her zerre bir hikmete mebni yaratılmıştır. Her zerreden zikreden Allah’tır, her fiilin faili Allah’tır. Her sıfatta mevcut olan Allah’tır, her vücutta mevcut olan Allah’tır. Hayata, saygıyla, edeple, tevazu ile bakmadıkça hiçbir zaman bu gerçekleri göremeyiz, kavrayamayız, hissedemeyiz, algılayamayız. Onun için büyük Yunus,
“Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır”
diyordu. Onun için Hazret-i Ali Efendimiz “İlim bir nokta idi, onu cahiller teksir etti” buyuruyordu.
3- Efendim, bu konu yüzyıllardır insanların kafasını meşgul etmiş. Herşey Allah’tansa o zaman cennet, cehennem ne oluyor? Madem ki yapan O yaptıran O, ben neden cehenneme gideyim. Bu konuda nice görüşler ortaya atılmış, teoriler ileri sürülmüş, ardı arkası kesilmeden çekişmeler sürüp gitmiş.
Naçiz kanaatime göre ben ortada bir çelişki, bir tereddüt görmüyorum. Evet, Allah, herşeye hakim. Herşeyin sahibi. Ama bizler Allah tarafından bu dünyaya bir sınav için gönderildik. Bize vatiyle sorulmuştu, Rabbin kim, diye. Biz de evet, demiştikRabbimiz sensin. Beli. İşte şimdi bu dünyada onun hesabını vermekle yükümlüyüz. Sözümüzde duracak mıyız, durmayacak mıyız? Resulullah Efendimiz, daha onsekiz yaşında bir delikanlı iken Mekke’de herkesin sevgisini, saygısını kazanmıştı. Ona Muhammed-ül Emin, inaılan, güvenilen, itimad edilen Muhammed diyorlardı. Ama, Cenab-ı Hak, kırk yaşına gelmeden O’nu Peygamberlikle görevlendirmedi. Pazara gdiyorsunuz, çeşit çeşit sebzeler, rengarenk. Mevsimine göre. Bizi çekiyor. Ama onları eve götürüp ayıklamadıkça, temizlemedikçe, yıkamadıkça, pişirmedikçe yiyemiyoruz. Bir talebe fakülte açıldığı zaman bugün, yarın, bu hafta, öbür hafta, o ay, öbür ay diye derslerine çalışmayı hep ertelerse istediği kadar zeki olsun sınıfta kalır. Hayat böyle. Bizim de manen gelişebilmemiz, ilerleyebilmemiz, tekamül edebilmemiz için bazı hususlara riayet etmemiz gerekir. İnsanlar işin kolayını bulmuş. İlle sorup, soruşturup bir mürşit arıyorlar. Oysa mana aleminde kural budur: Mürid, mürşidi aramaz. Mürşit mürdini arar. Şems, Mevlana’yı yetiştirmek için ta Şam’dan kalktı, Konya’ya geldi. İnsanlar ibadet edip, çalışıp, belli bir düzeye gelmedikçe, belli bir olgunluğa erişmedikçe mürşit ona gitmez.
“Padişah konmaz saraya, hane ma’mur olmadan”
Mevlana, Şems gelinceye kadar gecesini, gündüzüne kattı. Okudu, çalıştı, hocalık yaptı, iki gününü birbirine eşit kılmamak için akla gelen herşeyi yaptı. Belirli bir olgunluğa erişti. Ondan sonra mürşidine kavuştu. Biz de kendimize geldiğimiz ilk yaşlardan itibaren yetişmek için gecemizi, gündüzümüze katacağız. Elden gelen herşeyi yapacağız. Öyle, bir kimse ben cennete mi,yoksa cehenneme mi gideceğim diye bakkal hesapları yaparsa hayat boyu bir adım yürüyemez. Adam, veliye adam olmak için, insanlık yoluna girebilmek için değil de bir çıkar, bir hesap, kitap, bir menfaat için giderse hiçbir kıymeti kalmaz ki. Nelerine şahit olduk bu yaşa gelene kadar. Güler misin, ağlar mısın? Birgün bir kadın geldi, veli zata dedi ki “Efendim, dua buyurun, kızım zengin bir koca bulsun”. Biri geldi “dua edin, seçime giriyorum, milletvekili olayım”, biri geldi, “dua buyurun, bakan olayım”. Bunlarbenim gözümün önünde olan durumlar. Böyle küçük hesaplarla hiçbir yere varılmaz. Bütün mesele son nefesimize kadar adam olmayı, Hak yoluna girmeyi, güzel bir insan olmayı isteyebilmekte. Biz, elimizden geleni yapalım, ötesine karışmayalım. Siz komşunuza yarın hangi yemeği pişireceksiniz diyebilir misiniz? Komşumuza bunu söyliyemezken...gerisini siz düşünün.
Efendim, bütün mesele son nefesimize kadar her an daha iyiye, daha güzele, fdaha mükemmele ulaşmaya çalışmakta. Hindistan’ın Buda’dan sonra yetiştirdiği en büyük insan Mhatma Gandhi, “sabahleyin evden çıkarken diyor, ayakkabımın üzerindeki tozdan kendimi daha büyük görsem, tövbe eder, Allah’a sığınırım”.
4- İki denizin birleştiği yer insanın kalbidir. Madde ile mana, ruh ile beden, batıni hayat ile zahiri hayat, tevhidin ışığı altında biraraya geldiği zaman insan kalbi erişeceği en güzel makama ulaşıyor. Tevhidin ışığında iki deniz birleşiyor. Ve o zaman aşkın gülleri en güzel şekilde açılmış oluyor. Allah, bu güzelliği bize de, yeryüzündeki bütün insanlara da nasip eder inşallah.
5- Ben ölümsüzlük suyunu tevhide ulaşmak olarakdüşünüyorum. Tevhide ulaştığımız zaman dünya hayatı ile ahiret hayatı, madde ile mana, ruh ile beden en güzel sentezine ulaşıyor. Ve insan kalbi o zaman yediveren güller gibi açıyor.
Sevgili dost, son iki mailinizde beni ne kadar sevindirdiniz, ne kadar mutlu ettiniz anlatamam. Size yeryüzünde teşekkürü ifade eden kelimelerden bir gül buketi yapıyor ve onu saygıyla sunuyorum. Selam, sevgi ve saygı ile.
Sabri Tandoğan
Aziz Ruhları Şad Olsun.