Efendim,
Abdülazîz Debbağ Hazretleri, Fas’ta yaşamıştır ve evliyânın büyüklerindendir. Soyu Hz. Âli Efendimize dayanmakta olup, hem şerîf, hem de seyyiddir. Yâni hem Hz. Hasan, hem de Hz. Hüseyin’in neslindendir. 1679 senesinde Fas’ta doğmuş ve 1720 senesinde kırk bir yaşında doğduğu yerde vefat etmiştir.
Okuması ve yazması olmadığı halde, ilmini ve irfânını Şeyh Seyyid bin Ahmed Hazretlerinin hizmetinde ve sohbetlerinde bulunarak kazandığı rivâyet edilmektedir.Hem zahiri, hem batini ilimlerde yüksek derecelere ulaşmış, pek çok zor konulara ve sorulara verdiği cevaplarla döneminin alimlerini bile irşad etmiştir.Gösterdiği pek çok akıl almaz kerâmet vardır. Devlet ileri gelenleri de sık sık Abdülazîz Debbağ Hazretlerine gelir,yardım ve duâlarını isterlerdi.
Abdulaziz Debbağ’ın hizmetinde bulunan âlimlerden Ahmed bin Mubârek, El-İbriz ( Som Altın) isimli kitabında Abdulaziz Debbağ Hazretlerinden dinlediklerini ve öğrendiklerini toplamıştır.Anılarından birisini El-İbriz’de şöyle anlatmaktadır:
Çölde bir köye doğru yolculuk yapıyorduk. Bir mürşidin irşad görevi vereceği bir müridini nasıl sınav ettiğini anlattı.Dedi ki: “Mürşid hilâfet vereceği müridini alış veriş için şehir pazarına gönderdi. İki dükkanın yerini tarif etti. İki satıcıdan birisinin malını tercih ederek satın almasını istedi. Mürid tarif edilen yerlere gitti. Birinci satıcı yaşlı bir kadındı. Malı tanıtırken asık suratlı davrandı fazla konuşmadı. Mürid diğer dükkâna gitti. Aynı malı sordu. Satıcı çok genç bir bayandı. Çok tatlı dille malı tanıttı, tebessümlerle hal hatır sordu, ipek elbiseleri ve misk-ü amber kokularıyla müridi çok derinden etkiledi. Aynı malı satmaktaydı. Fakat diğer dükkâna göre daha pahalı bir fiyat söyledi. Mürid hiç tereddüt etmeden ilk dükkâna gitti aynı malı yaşlı ve asık suratlı hanımdan daha ucuza aldı ve mürşidine teslim etmeye gitti. Bir de ne görsün mürşidinin postunda ikinci dükkândaki genç bayan oturmaktadır. Mürid henüz şaşkınlığını üzerinden atamadan postta oturan genç ve güzel bayan bir anda diğer yaşlı bayana dönüştü. Ve ardından mürşidi hiçbir şey olmamış gibi gelen malı teslim aldı.”
Hazretin bu hikâyesinden ne demek istediğini hemen anlamıştım. Mürşid, müridin gönlünün dış görüntüye kayıp kaymayacağını kontrol etmek için kerâmetiyle iki bayan görüntüsüne bürünmüştü. Fakat bu kerâmet mümkün müydü? Bir insan başka sûretlere bürünebilir miydi? Bana pek de inandırıcı gelmemişti.
Birkaç saat yürüdük. Yolumuz üzerindeki kalın surlu bir kaleyle çevrili bir şehire girdik.Orada karnımızı doyurduk. Hazretin tanıdıklarıyla sohbetler ettik ve akşam üzeri kaleden ayrıldık. Sonra köye ulaştık. Bir gece yattık. Aynı yoldan geri döndük. Fakat gelirken uğradığımız kale ve şehir yerinde yoktu. Yolu çok iyi biliyordum. Bir gece içinde içindeki insanlar taşınsa bile evler, surlar, yollar yerinde durmalıydı. Rüyada da değildim.Bu düşünceler içinde yürürken Hazret, aklımdan geçen soruların cevaplarını vermeye başladı.
Âlemlerin, yıldızların, dünyanın, âhiretin, insanın ve henüz insan aklının eremediği her şeyin bir serap olduğunu söyledi. Tek gerçek olanın Allah olduğunu, Allah’dan başka her şeyin Allah’ın ilminde bir hayal olduğunu anlattı. Güzele ve çirkine gönlü kaymayan birisinin Allah’ın izni ile hayal içinde bir hayal şehir tecelli ettirmesinin çok basit olduğunu da söyleyince, hikâyedeki alış verişe gönderilenin ve sınavdan geçenin kendisi olduğunu anladım.
Hazret çölde bir hayal şehir oluşturmuş ve sonra o hayali söndürmüştü. Ben bir Allah dostunun başka bir kılığa girip giremeyeceğine henüz inanamamışken, Allah dostlarının içindeki tüm canlılarıyla birlikte hayali bir şehir kurup yok ettiklerini görmüştüm.
Bu kerâmeti anlatmaktan amacım Abdulaziz Debbağ Hazretlerini övmek ve göklere çıkarmak değildir. Zor olan ameli göstermektir. Zor olan amel, hayal içinde hayal üretmek değildir. Her şeyin hayal olduğunu bildiğimiz bir âlemde kalbimizin herhangi bir harama ve bize âit olmayan bir şeye zerre kadar kaymasını önleyebilmektir ki ,asıl “en büyük kerâmet budur. ”
Saygı ve sevgilerimle
Öğrenci