Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Öz ve Şekil.
Gönderen : Sabri Babadan Sohbet
Tarih : 8/13/2018 8:08:40 AM


.






SABRİ BABA'DAN HAFTA BAŞI SOHBETİ


KONU: Öz ve Şekil


Kıymetli yavrum,





Yıllarca önceydi, Etlik’ten dönüyordum. Bir büyüğümü ziya­rete gitmiştim. Dolmuşta önümdeki iki kişi, aralarında konuşu­yorlardı. Biri diğerine, “Bu iş de tamam oldu, artık görevimi yap­tım, oğlumu da, kızımı da Kur’an kursuna yazdırdım. Bir baba olarak görevimi yaptım, bitirdim, huzur içindeyim.” diyordu. İki arkadaş arasındaki konuşma, bu minvâl üzere devam etti. Bu mesele, beni yıllarca düşündürdü. Çocuklarını Kur’an kursuna yazdırmakla görevlerinin bittiğini sanan bu babanın mantalitesi, sanırım yaşadığım sürece de beni meşgul edecek, düşündü­recek.





Pek çok insan var ki, işin kolayına gidiyor, işi kolay tara­fından alıyor. Din, mâneviyat, bir aşk, bir heyecan, bir güzellik sorunu iken, birkaç şeklin, kuralın, formalitenin içine hapsedi­veriyorlar o cânım, o güzelim duyguları... Tıpkı bir insanın, bü­tün hayatının bir tek boyuta irca edilmesi gibi. Oysa din de, insan da, çok yönlü, çok boyutlu, çok geniş eksenli realiteler.





Bir Hadis-i Şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “İçinizde öyle oruç tutanlar var ki, bütün kazançları, sabahtan ak­şama kadar aç kalmaktır” buyuruyor. Belki bir kimse, sahur zamanıyla iftar zamanı arasında bir şey yememiş içmemiş ola­bilir, ama orucun mânevi şartları yerine getirilmemişse, o şahıs karnım acıktı diye önüne gelene çatmışsa, sürekli olarak en yakınlarının bile kalbini kırmışsa, harama bakmışsa, haram ye­mişse, dedikodu yapmışsa, o oruç ne dereceye kadar sağ­lamdır, makbuldür. Dinin sadece zâhiriyle yetinenler, bâtını üze­rinde kafa yorup, onu bütün incelikleriyle anlamaya, kavramaya, yaşamaya çalışmayanlar, ne dereceye kadar mânevi hayatın güzelliklerini hissedebilirler.





Egzistansiyalizmin en büyük ismi Sören Kirgegard Dani­markalı asil bir ailenin çocuğudur. Tek evlât olarak büyür, özen­le, itina ile yetiştirilir. Kopenhag İlâhiyat Fakültesini birincilikle bitirir. Mükâfat olarak başkentin en büyük kilisesinde görev­lendirilir. Birkaç yıl görevini yapar, bir gün düşünür, nedir benim yaptığım der. Bir hafta evde kitaplar okuyorum, notlar çıka­rıyorum, sonra gidip bunları halka anlatıyorum. Kendini oku­duklarını aktaran bir cihaz olarak görür. Ben der, anlattıklarımı iç dünyamda yaşamıyorum ki, uygulamıyorum ki, yaptığım sa­dece kitaptaki bilgileri halka aktarmak. Kendini iki yüzlü bir insan gibi, bir sahtekâr gibi görür, ağlamaya başlar. Bir dilekçe gön­dererek, görevden affını ister. Ayrıldıktan sonra kendini, kendi iç dünyasında yetiştirmeye adar. Bu çalışmaları sırasında, ke­sinlikle şunu görür; yaşanmayan, uygulanmayan düşünceler, inançlar bizi ve başkalarını aldatan bir yükten başka nedir ki? Şuradan buradan edindiği birtakım bilgileri, papağan gibi tek­rarlayanlar, önce kendilerini, sonra başkalarını aldatmış olmu­yorlar mı?





Hayat, yaşamak çok ciddi bir iş. Aldanmakla, aldatmakla geçen bir ömürden daha zavallı ne olabilir. Halk arasında “sö­zünün eri” diye bir kavram vardır. Söylediklerini yaşamayanlar, hiç kimse üzerinde etkili olamazlar. Burada zaman ve mekân farkı da yoktur. Bu kural, her zaman ve her yer için geçerlidir. Dil ile öğüt vermek kolaydır. Haramzadeler, rüşvetçiler, vur­guncular, hortumcular da ahlâk hakkında çok güzel nutuklar atabilirler. Önemli olan, dil ile söylemek değildir. Fiili ile yaşa­maktır. Yapmadığını, yaşamadığını, yaşayamadığını başkala­rından isteyenler, bekleyenler, bunun edebiyatını yapanlar, in­sanlığın yüz karası, iki yüzlü kimselerdir. Dili ile öğüt verene değil, fiili ile öğüt verene uymak gerekir. Ancak öyle insanların arkasından gidilebilir. Ancak o zaman “Eyvah yanlış yapmışız, umduğumuz dağlara kar yağmış” demekten kurtulabiliriz.





Kaldı ki, atasözünde olduğu gibi “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” Söylediklerini yaşayamayanlar, bugüne kadar insanlar üzerinde etkili olamadılar, hele bundan sonra hiç olamayacaklardır. Bazı insanlar, gözleri var diye gördüklerini sanıyorlar, ne büyük aldanış. Bir bilsek ki, gören göz değil gönüldür. Kur’an-ı Kerim’de “Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır.” buyuruluyor. Yunus bir şiirinde;





“Cümle yerde hak nâzır,





Göz gerektir göresi”





der. Bakmak başka, görmek başkadır. Ancak Hak’la bakanlar, Hak’la görebilirler. Eğer biz gaflet içinde yaşamasak, karşımızda konuşan insanın papağanlık yapıp yapmadığını derhal anla­yabiliriz. Önüne gelenin söylediklerine inanıyorsak, kabahati biraz kendimizde arayalım. Hak ile beraber olanı, Hak ile bera­ber yaşayan insanları kimse aldatamaz. Cenab-ı Hak bir Kutsi Hadiste “Siz bildiklerinizle amel edin, ben size bilmedik­lerinizi öğretirim.” buyuruyor. İlmin başı edep ve tevâzudur. Edep ve tevâzudan mahrum kimseler, hiçbir zaman hakikati bu­lamayacaklar, bir güzelliği yaşayamayacaklardır.





Güzellik kâinatın altın anahtarıdır. O anahtar, ancak ona lâyık olanlara, o ruh olgunluğuna erişenlere verilir. Söylediğini yapmayanlara, yapamayanlara bir iş düşüyor. Edebini takınıp sükût etmek. Sadece birtakım şekilleri yerine getirmekle bir yere vardıklarını, bir şey olduklarını sananlar, hiçbir zaman gafletten, ziyandan kurtulamayacaklardır. Hayat bizden yeni ruh hamle­leri, yeni fetihler bekliyor. “İki günü birbirine eşit olan zi­yandadır.” Ne mutlu “Bildikleriyle amel edenlere.”





Allah cümlemize nasip etsin.


Selam, saygı ve sevgi ile.





Sabri Tandoğan


Aziz Ruhlarına Fatihalarla.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]