.
Sayın Büyüğüm,
Çocukluğum da evimizin arka bahçeye bakan odasının penceresi geniş olduğundan dolayı orada oturur; aşırı derecede sanat müziğini sevmemden olacak ki; radyodan çalan Hafız Burhan, Münir Nurettin SELÇUK, Safiye AYLA, Müzeyyen SENAR, Hamiyet YÜCESES, Zeki MÜREN ve diğer ismini sayamadığım sanatkârların icra ettikleri şarkıları büyük bir zevkle dinlerdim. Henüz tüplü ocaklar çıkmamıştı evimizde o zamanlar gaz ocağı yanar, rahmetli annem tıkanan gaz ocağını, ucunda kılcal bir tel olan aletle açmaya
çalışırdı. Elektrik kesildiği zamanlarda da cam fanuslu gaz lambaları ile löküs dediğimiz fitilli lambalar kullanılırdı. Şehirde yaşamamıza rağmen çoğu evde şebeke suyu olmayıp, ön bahçemiz beton ve evimizde şebeke suyumuz olduğundan dolayı da komşularımız halı ve kilimlerini yıkamaya gelirlerdi.
Herkesin en güzel ve en büyük odası misafir odası olarak ayrılır, kapısı kapatılırdı. Sonra da bütün aile küçük bir odaya tıkanıp, hayat geçirilirdi. Radyo en kıymetli eğlencemizdi. Akşamları ise evlerinde radyosu olmayan komşular Ajansları, arkası yarınları ve radyo tiyatrolarını dinlemek için bize gelirlerdi. Evlerimiz taş yapı ve sobalı olup, ta yazdan kışlık yakacağımız olan odun ve kömürümüzü temin etme telaşı yaşanırdı. Rahmetli babam evin gıda erzağını toptan alıp hamallarla eve taşıtırdı. Babam bir devlet memuru olarak evin tek çalışanı olması ve başka bir yerden gelirimiz olmamasına rağmen yine de kilerlerimiz gırtlağına kadar dolu olurdu.
Kilerimizde boyumuzdan yüksek turşunun her çeşidinin yapıldığı turşu küpleri vardı. Babam her sene kurbanlığın haricinde kavurmalık içinde bir inek keser ve kavurma yapılırken konu komşu bu kavurmadan beraber tadardı. O zamanlar bin bereket vardı, paylaşım vardı evde pişen komşuya giderdi. Bütün bir mahalle ve sokakla samimi idik. Annelerimiz faytonla öğlende hamama gider, akşam olmadan da hamamdan çıkmazlarlardı. O kadar hamamda kalırlardır ki yüzleri kıpkırmızı olurdu. Anlayacağınız hamamda akşama kadar kalmak onlar için aşırı bir eziyet olurdu ama o alışkanlıklarından asla vaz geçmezlerdi. Yazın kapıların önünde çamaşırların kaynatılması için mantıs yakılır, çamaşırların lekelerden iyice arındırılıp, beyaz olması içinde kaynatılan çamaşırın içine çivit atılırdı. (çivit çamaşırı beyazlatmak için kullanılan ve çamaşır suyu niteliği taşıyan bir nevi deterrjan)
Hatta hiç unutmuyorum bir yaz günü arkadaşlarla birbirlerimizi sulama oyunu yaparken ıslatıldığımdan olacak ki, o anki kızgınlığımla mantısta kaynamış olan sudan alarak arkadaşıma döküp, hafif derecede yanmasına neden olmuştum. O anki cahilliğimiz ve çocukluk davranışımızdı. Mahalleli; hastalıkta, cenazede, düğün ve dernekte hep birlikte olarak acı ve tatlı günlerini bir arada paylaşırlardı. Zengini, memuru, esnafı, işsizi ve fakiri hep iç içe idik. Fakirimiz onurlu, gururlu ve ağırbaşlı, içki içenimiz bile saygısını kaybetmeden başını yere eğerek yürüyüp, içkili olduklarını kimyese hissettirmeyen kişilikli ve edepli insanlardı. Fakirler mahalleli tarafından gözetilerek hiç bir zaman aşağılanmaz, kimseye hissettirilmeden yardım yapılırdı.
Kimse kimsenin namusuna kötü gözle bakmaz mahallenin namusu bizim namusumuz sayılırdı. Aşırı samimiyet ve güvenden olacak ki sokağın bir başından bir başına kadar her eve rahatlıkla girer çıkardık. Zaman zaman geceleri arkadaşlarımızın evinde yatardık. Üç tekerlekli bisikletim arkadaşlarımın da bisikleti olmuştu. Onlarında bisiklet sürmesi için hiç tereddüt etmeden paylaşırdım. Resimli foto romanlar, Tommiks, Teksas, Zagor vb. kitapları arkadaşlarımızla değiştirerek okurduk. Oyuncaklarımız taştan, odundan ve çamurdandı. Kiriş unundan yaptığımız yapıştırıcı ile çıtali yapar uçurturduk. O zaman ki oyuncaklarımız olan uçurtma, aşşık, gazoz kapağı, gındillik (çenber), bilye (misget), koza lebbik, holla çelik, tütünüm eğri, harayi molla, çirit, uzun eşek, beş taş, sek sek, çınçın, sigara kutularının kapaklarından çıkardığımız ve ismine papel dediğimiz oyunları oynardık.
Aşşıklarımızı delmek suretiyle içine kurşun eriterek döküp, ağır olmalarını sağlardık. Ve o kurşun döktüğümüz aşşıklara da eneke derdik. Aşşık ve çinçın da en çok yuttuklarım şu an İstanbul'da ikamet eden Yusuf KOLDAGÜÇ ile yine şu an itibariyle Erzurum'da kuyumculuk yapan Mevlüt ÖZKILBAÇ'tı. Ayrıca Erzurum'da bulunan ve rahatsız olan Piyanist Muzaffer ÖZKORUCUKLU arkadaşımında çok aşşıklarını yutmuşumdur. (Yuttuğum aşşıkların hepside eneke idi).smile ifade simgesi Burdan Muzaffer kardeşime de Rabbimden acil şifalar diliyorum. Müziğe ilgi duyduğum kadar futbolunda hastası idik. Amatör futbol oynadığımız dönemlerden önce mahallemizde her sokaktan bir takım çıkarır sokak ve mahalleler arası kupa, bayrak maçları düzenlerdik.
O zamanlar şehirimizde şimdiki gibi fazla araç yoktu. Caddelerimizde az araba olurdu. Şu anki trafik keşmekeşliğini yaşamıyorduk. Genelde millet bir yere gideceği zaman hep faytonlara binerdi. Zaman zaman çocuklar faytonların arkasına takılır bunu gören çocuklar ise emi emi arkaya kamcı diyerek faytoncuya serzenişte bulunurdu. Ailemizden almış olduğumuz terbiyeden olacak ki kimseye dalaşarak döğüşmez ve karakol yüzü görmezdik. Mahallemiz ve sokağımızda emniyetli olarak rahatlıkla oynardık. Akşam olunca evlere girer ailedekilerin gözü yollarda kalmazdı. Sokaklarımızın emniyetini sağlamak için gece bekçileri olurdu. Kış olduğunda boyumuzca kar yağardı. Bacalarımızın karının kürünmesiyle birlikte sokağımızda kardan tayalar oluşurdu.
Kışın evimizin önünden başlayan acemler yokuşundan ve zaman zamanda hacı cuma yokuşundan kızak kayardık. Ayrıca demircilere yaptırdığımız ayakkabıya takılan uyduruk patenlerle paten kayardık. Biz arkadaşlarımızla kızak kayarken Rahmetli annem kuzine sobada yaptığı kartol (patates) közlemelerinden sıcak sıcak bize dağıtarak bir nebze olsun kış ayazında bizleri ısıtırdı. Kış gecelerinde satıcılardan goduda beşe diye bağırarak beş kuruşa sattıkları patlamış mısır alarak sıcak sıcak yerdik. Tabiki ayrıca evlerimizde ninelerimizde mısır patlatırlardı. Ay çiçeğine sımışka, salatalığa hıyar, patatese kartol, fasulyeye lobiya, köpeğe gudik, kediye ise pisik derdik. Okuduğumuz Veyisefendi İlkokulunun önünde ayva, şam tatlısı, elmalı şeker ve pamuklu şeker satılırdı. Yine okulumuzun karşısında bulunan aynı zamanda arkadaşımız olan Avukat Kazım GÜLER'in babasının bakkalından kırık leblebi, leblebi tozu, lokum ve bisküvi alırdık.
İlkokul da ders içerisinde Amerikan Marshall yardımı olan süt tozu, sandviç ve konserveler dağıtılırdı. Okul çantalarımız tahtadandı. Defter-kitap kaplama kağıtları ya kırmızı ya da mavi olurdu. Okulumuz da Aralık ayında yerli malı haftası yapılır, "Yerli malı yurdun malı her Türk onu kullanmalı" tekerlemesi ile herkes evinden birşeyler getirerek haftaya katkıda bulunurdu. Müziğe aşırı ilgim olmakla birlikte sesimin de güzel olduğu söylenirdi. Sosyal etkinlikler içinde hep bulunurdum. İlkokul da müsamerelerimiz ve festivallerimiz olurdu. Çeşitli yörelerin mahalli folklör oyunlarını icra etmekle birlikte sesimin güzel olduğundan mütevellit ki ayrıcada okul korosuna da alınmıştım. Koroda solist olarak sahne alır okullar arası yarışmalara katılırdık. Veyisefendi Okulumuzun Müdürü olan rahmetli Basri ÇELEK hocamın oğlu Radyo evi saz sanatçısı Cengiz ÇELENK abim ve keman icra eden Cevdet bey hocamız bizleri müsamereye hazırlamak için koromuza çalışmalar yaptırırlardı. Zaman zaman da çalışmalarımıza bizlere birşeyler öğretmek için çok erken ve genç yaşta kaybettiğimiz rahmetli Ragıp TOPÇU ağabeyim gelirdi. Buradan ismini zikretmeden geçemeyeciğim. Mahallemiz de komşumuz olan rahmetlik Kuyumcular Dernek Başkanı Fevzi KAVURAN amcamız aynı zamanda da okul aile birliği başkanımızdı. Okulumuzun sosyal faaleyetlerinde de bizlere çok büyük maddi ve manevi katkıları olurdu.
Okul Müdürümüz Basri ÇELENK hocama, Fevzi KAVURAN amcama ve Ragıp TOPÇU ağabeyime Rabbimden rahmet dileyerek ruhları şad, mekanları cennet olsun diyorum. Bu yüreklerini yanında taşıyan muhteşem kadirşinas insanların emekleri çok olmakla birlikte bizlere hep doğruyu, dürüstlüğü ve güzellikleri öğreterek aşılamışlardır. Hayatta olanlarına ise Rabbimden sağlıklı, mutlu ve huzurlu ömürler dileyerek bütün hayatları ferah olsun diyorum. Okuldan arta kalan zamanlarımda ise Şair, Ömer TEMEL kardeşimin abisi öğretmen olan mahalle ve çocukluk arkadaşım Efraim TEMEL ile birlikte evlerinde oturup, şarkılar ve türküler icra ederdik. Ta o zamanlarda Efraim arkadaşımın azmine hayrandım. Bağlama çalmasını hiç bir kimseden eğitim ve yardım almadan kendi gayretiyle öğrenmeye çaba göstermişti. Bağlamasına çocuk gibi bakar tamiratını bile kendisi yapardı. Okulda; Türk, Kürt, Ermeni, köylü, şehirli ayırımı yapılmazdı. İlkokul da okuma bayramı, kurdele bilmezdik. Herkes okurdu, kimse de okumaya çıktım diye bayram etmezdi. Aşı olunacağı zaman tek iğne ile neredeyse koca sınıf bitirilirdi. Kanser, Aids ve adını sayamayacağım günümüzde bulunan çeşitli hastalıklar henüz çıkmamıştı, eşcinsellik duyulmamıştı. O zamanın en kötü hastalığı olarak bilinen türkülere bile konu olmuş ve adına ince ağrı denilen verem hastalığı vardı. Kimse kimseye garip sorular sormaz, bazı şeyleri fazla da merak dahi etmezdi. Hep gülümsemeler vardı hayata baktığımız pencerenin önünde ve arkasında. Sitemler, kavgalar, kandırmacalar ve kırılmalar pek az sayı da yaşanırdı. İnsanlar kaygılar taşımıyor, ve her şey dostlukla ve sevgilerle yaşanılıyordu. Herkesin gönlünde hayat tadında izler bırakarak, heyecanlarımızı ve günebakan düşlerimizi kaybetmemiştik.
Evimize herhangi bir sebeple getirilen hediye paketini açmak, geleneklerimize aykırıydı, ayıptı. Misafir gidince ilk iş onu açmak olurdu. Misafirlikte ne kadar aç olursanız olun, ikram tabağındakileri bitirmek de ayıptı. Görgülüler bir lokma mutlaka bırakır, görgüsüzler hepsini yerdi. Dondurma mayıs ayı sonunda çıkar, annemiz havalar iyice ısınana kadar yememize izin vermezdi. Renkli patiskadan dikilme beli lastikli külotlarımız vardı. Fanilanın üstünden giymek için yünden örülen alt kazaklara, nazardan korunmamız için annemiz çatal iğne (filkete) ile muska takardı. İmtihan öncesi okunmuş pirinç yutardık. Bayramlar da, kıyafetlerimiz ve yeni ayakkabılarımız başucumuzda dururdu. Bazılarımız koynuna alıp yatardı. Babam bize elbise diktirmek için Erzurum kalesinin altındaki batpazarında terzi dükkanı bulunan aynı zamanda da mahalleden de komşumuz olan Zekai SERİNKAR arkadaşımın babası rahmetli Zeki amcama götürerek, kumaş beğenmemizi sağlar ve beden ölçülerimizi aldırtırdı. Kösele ayakkabı yaptırmak içinde Tahtacılar semtindeki karanlık kümbetin karşısında bulunan Rahmetli Durak UYGAN amacaya götürerek ayakkabı ölçülerimizi vermemizi sağlardı.
Babalarımızın gömlek yakaları ile bizim okula giydiğimiz siyah önlüklerimizin üzerine taktığımız beyaz yakalıklarımız pazar akşamları kolalanırdı. Evde her ne kadar banyo olsa da genellikle pazar günleri herkes hamama giderek yıkanırlardı. Memurlar ve esnaflar kol ağızları aşınmasın diye ceket kollarına kolluk takarlardı. Sinamadaki ecnebi filmlere kültürlü aydın aileler, Türk filmlerine de fakirler ve eğitimsizler giderdi. Sinamalarda ki oynatılan filmler; sokak, sokak genelde ellerde dolaştırılan afişlerle megafonla bağırılarak duyurulur ve reklamı yapılırdı. Sokaklardan; sütçü, kalaycı, nayloncu, terlikçi, çamaşırcı, dondurmacı, eskici, bileyici ve diramatik olaylar için destan yazarak satan satıcılar geçerdi. Rahmetli babam fotoğraf lazım olduğu zaman elimizden tutarak fotoğraf çektirmek için yakın dostu olan Rahmetli Fuat SEVAL (Foto Fuat) amcamızın yanına götürürdü. Fotoğraflarda gülmek laubalilikti. Pek çok kişinin düğün resimleri bile cenaze törenlerini andırırdı. Bir dadaş edasıyla ağır, vakur ve ciddi olmak önemliydi.
Çarşıda, pazarda anne ve babamızdan bir şey istemek ayıptı. Ancak bir şey sorulursa yanıtlardık. Alınacak bir şeyi canımız istediği halde çoğunlukla da reddederdik. Bazı evlerde garamofonlar olup, o dönemde ise pikaplar yeni çıkmıştı. Her gencin en kıymetli eşyası pikaptı. Ön ve arka yüzünde sadece bir şarkı olan iki şarkılık kırbeşlik Plakları almak için harçlıklarımızı biriktirirdik. O zamanlar kaset çalarlar (teyipler) olmayıp, sonradan çıktı. Gazete kağıtlarından kese kağıdı yapar, kiriş unundan yapılmış tutkalla yapıştırırdık. Komşularımıza ve yakınlarımıza önceden haber verilerek bir maniniz yoksa annemler bu akşam size gelecekler derken, bu bir teklif değil, bir kararın iletilmesi gibiydi. Bu soruya 'hayır' demek mümkün değildi, adetlerimize göre ayıptı. Önemli bir program varsa (bilet, başka ziyaret vs) derhal iptal edilir, aile telaş yumağına dönerdi. Ve Modernitenin tahribatına henüz uğramamış Türk Halkı, bu günkü maddi imkanlara ve lükse sahip değildi ama, o zamanlar daha mutlu ve bahtiyar idik. Çocukluğumuza dair hasletlerimiz olan kültürümüzden ne ananelerimiz, ne gelenek-göreneklerimiz, nede sevgi ve saygımız kaldı. Şimdi ise üzülerek ifade edeyim ki; bir bir maziye gömülen o tarihi mahallerimiz ile eskiye özlem duyduğumuz güzellikleri nostalji diye hatırlayarak kendimizi avutmaya çalışıyoruz. Selam, sevgi, saygı ve dua ile, kalın sağlıcakla diyorum...
Selahattin KILIÇ
Bandırma