SABRİ BABADAN MKETUP VAR
STRES DEDİKLERİ...
Kıymetli yavrum,
Kelime olarak, insanın zorlanması demek olan stres, gerçek anlamından saptırılarak, her an, her duruma uygulanıyor. Bu sebeple insanlar ruh sükûnetlerini kaybediyorlar. Kendi kendilerini hasta ederek, olumsuzluklar, şikâyetler içinde, yaşama sevincinden uzak, hayatın güzelliklerine sırt çevirerek bedbin, karamsar bir ruh hali içinde kahrolup gidiyorlar.
Niçin dünyaya gönderildiğinin, yaşamaktaki amacının ne olduğunun bilincinde olmayan insanlar için yapacak başka ne kalıyor ki...
Hayatın, yaşamanın, varoluşun, insan denilen son derece karışık, çapraşık, çözülmesi güç mekanizmanın farkında olmayan kimseler için, birtakım yakıştırmalarla, faraziyelerle hareket etmek kaçınılmaz bir yoldur. Görülen şu; biz insanı, hayatı, varoluşun amacını çoğu zaman bilmiyoruz. İnsana yaklaşımımız kendi zanlarımıza, varsayımlarımıza, kişisel veya toplumsal genel veya önyargılarımıza göre oluyor. Tabi neticede kendimizi ve diğer insanları anlayamıyor, bazen onlara, bazen kendimize haksızlık yaparak, adına yaşamak denilen o büyük, o güzel, o muhteşem olayı berbat ediyoruz. Yazık değil mi? Kendimizi de, başkalarını da mutsuz ve huzursuz etmeye ne hakkımız var?
Gayet tabii. Hayat da ölüm de var. Sıkıntı da var. Çile de var. Hastalık da var. Ne sanıyorsunuz? Biz bu dünyaya yiyip içip, keyif sürüp, nefsimizin azgınlıklarını tatmin etmeye mi geldik? Neden dikensiz gül arıyoruz ki... Hiç dikensiz gül olur mu? Şu minicik örnek bile, gönül gözü açık olanlara neler neler anlatıyor. Evet, hayatın diyalektiği hep zıtlıklar üstüne kurulmuş. Varoluş yokoluş, ölüm hayat, gece gündüz, güzel çirkin, asil bayağı, acı tatlı... Böyle bu iş. Bunu değiştirmeye kimin gücü yeter ki... Transistörlü radyonuzu çalıştırmak için pil alıyorsunuz. Pilin bir +, bir - ucu var. İki ucu da + veya iki ucu da - olsa, radyo çalışır mı? Hayır değil mi? O halde... Bu meseleyi büyük Yunus, bir mısrada ne kadar güzel anlatıyor. “Bir çeşmeden akan su acı tatlı olmaya” Evet, hepsi Hak’kın tecellisi. Biz kendi nefsaniyetimize göre, o birliği, o vahdeti, o tevhidi parçalıyor, işimize geleni almak, işimize gelmeyeni atmak istiyoruz. Ama ne biliyoruz, ya o işimize yaramaz dediğimiz, asıl bizim için yararlı ise. Aman ne güzel dediğimiz bizim için hayırlı olmayacaksa... Madem baştan bunu bilemiyoruz; o halde bu itirazlar niçin? Kime? Ve asıl zararlı çıkan sonunda biz olmuyor muyuz? Bazı ilâçlar acıdır, ama sonunda hastaya faydalı olur, şifâya kavuşturur. Hiç düşünüyor muyuz bunları. İşler kendi minicik, daracık kafamıza göre olmadı mı, basıyoruz feryadı. Yok şudur, yok budur... Sonra da bunların adına stres deyip, bir iş yaptığımızı sanıyor, kasılıp duruyoruz. Stres içindeyim, stres altındayım, diye feryadı basacağımıza, sâkin olabilsek, efendi olabilsek, yüzme bilmeyen bir insanın kendini denizde sırt üstü bırakması gibi, Allah’a tam bir teslimiyetle kendimizi bırakabilsek, “Allah’ım, nârın da güzel, nurun da güzel. Bunun da bir sebebi, bir hikmeti vardır. Allah’ım bu sınavdan yüzümün akı ile çıkmamı nasip et” diyebilsek, inanın, bütün müşküller hallolur. Bütün sıkıntılar biter. Bazen doktorlar, hastanın iyileşmesi için acı ilâç verirler. Bu veriş keyfiyeti hastaya bir zulüm, bir ihanet değil, bilâkis onun sağlığı, huzuru ve mutluluğu içindir.
Selam, saygı ve sevgi ile.
Sabri Tandoğan
Aziz Ruhları Şad Olsun.