Konu : Gerçek aşk...
Gönderen :
Sabri Babadam Sözler
Tarih :
1/14/2019 3:49:51 AM
.
SABRİ BABA İLE SOHBETLERİMİZDEN NOTLAR
Sayın Büyüğümüz bugünlerde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” adlı eserini okuyor. Soruyoruz:
− Efendim, daha önce de herhalde birçok kez okuduğunuz bu kitabı en çok hangi yönden beğendiniz?
Sabri Baba:
− Yavrum, meselâ ben bir erkeğin bir kadına duyduğu hisleri bundan daha güzel anlatan bir başka esere dünya edebiyatında rastlamadım.
(Sayın Büyüğümüz kitapta bir bölümü açıyor, bu bölümde Nuran Hanım’la Mümtaz Bey arasında yaşanan büyük bir aşk konu edilmiş. Kitabın bu bölümünden biraz okuyoruz. Adam, kadının bütün hareketlerine, hatta cüzdanından para çıkarışına bile büyük bir hayranlık duyuyor. Kitabı daha önce okumadığımız için soruyoruz):
− Efendim, roman kahramanı kadın gerçekten öylesine büyük bir aşkla sevilmeye lâyık bir hanım mı, yoksa aşk adamın gözlerini kör etmiş de kadını görmek istediği gibi mi görüyor?
(Sayın büyüğümüzün ses tonu birden yükseliyor) Gerçek aşk, insanın gözlerini kör etmez yavrum! Gerçek aşk, adamın gözlerini açar. O, insanın gözlerini kör eder dedikleri, aşk değil, aşkla karıştırılan şehvet duygusudur. Sait Faik’in “Her şey bir insanı sevmekle başlar” sözünü unutmamak lâzım. Gerçek aşk, insanı Allah’a ulaştıran aşktır. Yoksa bir adamın yolda gördüğü bir kızın vücudunu beğenerek onunla evlenmeye kalkışması aşk değildir. Böyle bir durum gayet tabi insanın gözlerini kör eder.
(Kitabın sayfalarını karıştırmaya devam ediyoruz. Bir cümlede geçen eski bir kelimeden dolayı cümleyi anlamlandıramayarak soruyoruz.) Sayın Büyüğümüz:
− Yavrum, aslında çok açık. Sadece akıl ve mantık çizgisi üzerinde hayatlarını götürenler büyük bir aşkı yaşayamazlar. Meselâ Şems Hazretleri, Mevlânâ’ya “Git, çarşıdan iki şişe şarap al, gel. Ama giderken cüppeni çıkarma.” dedi. Mevlânâ hiç itiraz etmedi. Kim ne der diye hiç düşünmedi. Gitti, şarapları aldı, getirdi. Sonra Şems derhal şişeleri kırdı. Çünkü o Mevlânâ’yı imtihan etmek istemişti. Yine Şems, bütün kitaplarını suya attığı zaman da Mevlânâ Hazretleri hiç sesini çıkarmadı. Gerçek aşk işte böyle yaşanır yavrum. Her şeyi akla ve mantığa dayandırmaya kalkarsak o iş olmaz.
(Başka bir sohbetten)
− Efendim, sizin mânevi kız evlâtlarınızın sayısı, mânevi erkek evlâtlarınızın sayısından çok daha fazla. Sohbetlerinizde bu durum belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu neden böyle sizce?
− Yavrum, Allah kadınlara ayrı bir hassasiyet vermiş. Onlar birçok erkeğin görüp sezemediği pek çok şeyi anlayabiliyorlar, hissedebiliyorlar. Meselâ Hz. Hatice Annemizin ilk vahiy geldiği zaman Peygamber Efendimize bir anne şefkâtiyle gösterdiği hassasiyeti, anlayışı, feraseti birçok erkek bir kadına gösteremezdi.
− Peki her kadının eşine gereğinde bir anne gibi davranabilme vasfının olması gerekir mi?
− Gayet tabi. Meselâ Cahit Sıtkı bir şiirinde:
“Yârin olmuşu, ermişi
Şefkâtte anneye değer” diyor.
− Peki bir erkek de hanımına karşı şefkâtli bir baba gibi davranabilmeli mi?
− Yerine göre evet.
Yavrum, kadınlık bir sanattır. Bir kadın yerine göre kocası için hem iyi bir eş, hem iyi bir dost, iyi bir arkadaş, hem iyi bir sevgili, hem de iyi bir anne gibi olabilmeli. Ona her zaman yenilikler ve sürprizler sunabilmeli. Kadın deyince bir bütün olarak anlamak lâzım, ona sadece eş veya anne olarak bakmamak gerek... Kadınlık gerçekten çok zor bir sanat. Kadın bütün düşüncelerini, bütün zaaflarını, bütün hislerini ortaya koymamalı, bütün varlığı ile ortada olmamalı, onda hep gizli bir taraf kalmalı. Kadın ruhu erkek için bir yerden sonra meçhul olmalı. Bu olmazsa erkek bunu başka kadınlarda aramaya kalkabiliyor.
Çocukken bir komşumuz vardı. Annem bir gün onlara ziyarete giderken “Sen de benimle gel istersen.” dedi, gitmek istemedim. Ama annem ısrar etti, “Haydi yavrum, çok ilginç bir aile, sen de orada insanlar üzerinde gözlemler yaparsın.” deyince iş değişti, gittik...
− Kaç yaşlarındasınız o zaman?
− On, on iki filân.
Buyur ettiler. Evin sahibi olan adamın önceleri iki hanımı varmış, bizim eve de arada süt getirirdi. Bu adamın köyünde, köy ağasının hanımı, ağanın ölümünden sonra bir gün ona “Ahmet Efendi,” diyor, “ben, seni çok beğeniyorum. Çok da varlıklıyım, ağadan miras kalan mallarım var. Beni de üçüncü eş olarak alır mısın?” Adam önce kadının çok zengin olduğunu, bunun aralarında sorun olabileceğini söyleyerek itiraz filân etse de, kadın hem bu konuda, hem de diğer hanımlarla arasında bir sorun çıkmayacağına ikna ederek adamı razı etmeyi başarıyor. Hep birlikte yeni evlerine yerleşiyorlar. Adam bu son eşine “Sultan Hanım” diye hitap etmeye başlıyor. Onunla evlendikten sonra çok büyük bir mağaza açıyor. Ağzından düşürmediği piposu ile kendine çok güvenen yeni bir havaya bürünüyor. Kadın da kısa zamanda evde bir hâkimiyet kuruyor. Diğer iki hanımı da ustalıkla idare ediyor, evin bütün parasal işlerini ayarlıyor. O gün annem büyük bir merakla bu “Sultan Hanım”a “Evde nasıl oldu da böyle bir otorite kurdunuz?” diye sordu. Hiç unutmam kadın koltuğunda vâkur bir edâ ile otururken şöyle cevap verdi: “Siz şeher gadınları bu sırrı bilmezsiniz. Bir gadın vücudunun bir tarafını gösterse, öbür tarafını kocasından gizleyecek.” Bu tabi bir simgeydi, üzerinde uzun uzun düşündüm. Sultan Hanım bu sırrı kendince çözmüştü. Onun anlatmak istediği, kadının bir noktadan sonra gizli kalması gerektiğiydi. Şimdi bunu duyunca, bu mümkün mü diyenler olabilir... Müm-kün tabi.
− Efendim, birkaç gün önce bir gazetede yazıyordu. Yurt dışında bir üniversitede bilimsel bir araştırma yapılmış evli çiftler üzerinde. Çok mutlu devam eden evliliklerde bazı ortak noktalar tespit etmişler. Buna göre kadın erkekten beş yaş kadar küçük, -ki siz kendi farklı evliliğiniz nedeniyle belki bu maddeye katılmayabilirsiniz- benzer kültürel değerlere sahip ve erkekten de en az %27 daha zeki olmalı sonucu çıkmış. Siz böyle bir sonuca katılır mısınız, yani mutlu giden bir evlilik için kadının erkekten daha zeki olması gerekir mi gerçekten?
− Gayet tabi. Hatta bana göre kadın, erkekten en az yüzde elli daha zeki olmalı. Çünkü ancak bu şekilde bir evi, kocasını, çocuklarını, eşinin yakınlarını ve bulundukları diğer ortamları idare edebilir, eve sürekli canlı, sıcak, güzel bir hava sağlayabilir.
− Ama bugünkü toplumda genel olarak erkeğin her hususta kadından üstün olması gerektiği önyargısı yok mu? Hatta, bunu bir kompleks haline getirenler de var.
− E, bu da nefsaniyetten oluyor. Kendini çok beğenmekten, karşı tarafa hükmetme isteğinden kaynaklanıyor. Ama şu da çok önemli tabi; kadın hem zeki olacak ama aynı zamanda da bunu ortaya çıkarmayacak, karşı tarafın fikirlerini önemseyecek, onun isteklerini ön plâna almasını, ona değer vermesini de bilecek.
− Efendim, hanımlar belki sizin bu sözlerinizi duyunca “E, ama hep kadınlar mı bu kadar ince düşünecek, hep onlar mı böyle gayret gösterecek?” diyebilirler.
− Doğru... Diyebilirler ama bunu ben söylemiyorum, yaratılışın kanunu böyle. Erkeğin tabi çok önemli görevleri var, ancak yuvayı yapan her zaman dişi kuştur, ister kabul edilsin, ister edilmesin.
− Peki her kadın, bunu götürebilecek vasıfta mıdır?
− Evet, ama sadece bu yetmiyor. Bir kadının kadınlık sanatını en güzel bir şekilde uygulayabilmesi de bir eğitimi gerektirir. Ben, meselâ kadınlık sanatının birçok inceliğini annemde görerek farkettim. İş taa anneden başlıyor... Meselâ babam klâsik bir Anadolu erkeğiydi, ama annem ne yapar eder onu mutfağa sokar, iş yaptırırdı. Teyzem ise daha bir kere eniştemin -ki eniştem o zamanın hem Yargıtay, hem de Yüce Divan başkanı idi- bir tek işin ucundan tutmasını sağlayamamıştı. Ama annem, teyzemler bize gelince “Haydi bakalım enişte, hâkimlik yapmak kolay, asıl hüner bu pirinçleri ayıklamakta.” der ve bunu öyle güzel bir üslûpla söylerdi ki, eniştem büyük tepsiyi eline alır, ayıklarken hem güler, hem de “Yahu bu kız cumhurbaşkanı gelse, bu pirinci ona da ayıklatır.” derdi. Durum böyle yavrum.
− Efendim, peki, kendisiyle evlenmek için dinini değiştirmeye sıcak bakan bir kimseyle müslüman birinin evliliği konusunda ne düşünürsünüz?
− Yavrum, din onlarda sadece bir ritüel, bütün nüanslarıyla yaşanılan bir olay değil. Bu durumda sadece değiştirmiş olmak için dinini değiştirmiş olur, yoksa İslâm’ı en güzel bir şekilde yaşantısına geçirmek, uygulamak için değil. Sâde dilde kalan bir iman da ne ifade eder? Evlenecek olurlarsa aralarında bu defa da olaylara çok farklı bakış açıları, çok farklı kültürel değerler ortaya çıkar. Hele bir de çocuk işin içine girerse, iş iyice karışır. O zaman çocuk hangi tarafın değer yargılarına göre yetiştirilecek?
− Efendim, yıllar önce Peyami Safa’nın gazetelerde yayınlanan yazılarının derlendiği bir kitabında okumuştum. “Bir adam,” diyor, “bir kadınla evlenebilmek için dinini değiştirmeyi kabul ederse, ileride de onun şahsiyetine güven olmaz.”
− Doğru söylemiş!
(Sohbet masasındaki karanfilden ilham ile):
− Efendim, gül, karanfil… siz hangisini tercih ediyorsunuz?
− Yavrum, karanfil hiç gül gibi olabilir mi? Niye Peygamber Efendimizin teri gül gibi kokuyordu? Neden bizim için gül hep O’nu simgeliyor? Ben hatta papatyayı bile karanfile tercih ederim.
− Rânâ Hanım’ın kitabında da geçiyordu. Sanırım saflığı ve temizliği simgelediği için?
− Evet. O beyaz içinde sarının güzelliği, muhteşem bir şey…
− Efendim, üstten bakıldığında gül goncasının o bir noktadan başlayıp kıvrılarak dönen orta kısmında da Peygamber Efendimizin Arapça olarak “Mim” harfiyle başlayan ismi okunur, değil mi? İstanbul surlarına da yukarıdan bakıldığında yine bu isim gözükecek şekilde plânları çizilmiş. Allah plânı çizenlerden, uygulayanlardan razı olsun.
− Evet, hepsi de çok anlamlı.
***
− Efendim, hayvanlarda da haddini bilme ve utanma duygusu var mıdır?
− Vardır tabi. Meselâ bazı yarış atları, yarışı kaybettikleri zaman, kendilerine onca ihtimam gösteren sahiplerinden utandıkları için ertesi sabah ölü bulunuyorlarmış. Bazı köpekler de sahiplerinden sevgi ve ilgi görmezlerse ölüyormuş.
− Efendim, siz anlatmıştınız, yurtdışında bir adam parkta otururken dondurma yiyormuş ve bir kendisi yalıyor, bir de köpeğine yalatıyormuş (?!) Dikkat etmiş, eğer kendisi büyükçe yalarsa, köpek de diliyle kocaman yalıyormuş. Ama adam sadece dilini değdirip çekerse, köpek de aynısını yapıyormuş, sahibinden fazla yemeye çekiniyormuş yani.
− Evet hatırladım. Adam bir köpek psikoloğu idi. Bir kitabında okumuştum bunu.
− Efendim, televizyonda bir gezi programında izlemiştim ben de. Sunucu hanım bir köyde keçisini sağmakta olan bir hanıma yaklaşarak mikrofon uzatıyor. Biraz sohbet ettikten sonra merak ediyor, “Acaba,” diyor, “ben de bu keçiyi sağabilir miyim?” Sonra kadının yerine oturup keçiyi sağmaya başlayınca, keçinin başını öyle bir saklayışı vardı ki, sanırım bu da ondaki hayâ duygusundan ileri geliyordu.
− Olabilir yavrum.
(Başka bir sohbetten)
− Efendim, bazı işler yapılırken Allah’ın hakkı üçtür deniliyor ve o iş üç kere tekrarlanıyor. Allah’ın hakkı üç müdür gerçekten? Bu sözle anlatılmak istenen nedir?
− Yavrum, bu sözde çok büyük mânevi sırlar gizlidir. Sen bunların üzerine biraz düşün bakalım.
***
(Birkaç gün sonra soruyu hatırlatarak) Üzerinde düşün demiştiniz efendim.
− Düşündünüz mü?
− Yani pekiştirmek için sanırım yapılan bir işi?
− Yavrum, üç aşamada gerçekleştirilen bir iş, her yönüyle daha sağlam, daha güzeldir…
(Başka bir sohbetten)
− Efendim, birkaç gün içinde çok yağışlı ve soğuk bir hava dalgası geliyormuş, batıdan başlayarak bütün yurda yayılacakmış. Tedbir alınması için uzmanlar uyarmışlar?
− Ah yavrum, velînin biri, elinin kenarıyla o hava dalgasını şöyle kenara doğru bir kaydırıverir, hiçbir şey olmaz. Sen böyle şeylerle kafanı yorma.
− Efendim, böyle mânevi müdahaleler çok kritik bazı millî maçlarda da olabiliyor değil mi? Meselâ sahaya Haçlı üniformasıyla çıkan İnter maçında böyle bir müdahale olabileceğinden bahsetmiştiniz?
− Meselâ…
(Başka bir sohbetten)
− Efendim, evren için sonsuzdur diyoruz. Başka bazı şeyler için de sonsuza uzanır diye tanımlıyoruz. Peki sonsuzu nasıl algılayacağız, onun da bir sınırı yok mu? Sonrasında ne var?
− Sonsuz, Allah’a kadar gider yavrum.
− Peki âhiret hayatımızda ikinci bir ölüm olayı olmayacağına göre sonsuz bir yaşam başlayacak. Sonu olmayan, hep sürecek olan bir yaşam... Nasıl bir şey bu?
− Yavrum, onu da zamanı gelip oraya gittiğinde kendin anlarsın.
(Başka bir sohbetten)
− Efendim, okuduğum bir yazıda Yunus Emre’nin
“Yunus Emre der hoca
İstersen var bin Hacca
Hepisinden iyisi
Bir gönüle girmektir”
dörtlüğünü yorumlayan bir zat, burada geçen “bir” kelimesini “birlik”, “bir gönüle girmek” tanımının da “birliğe ulaşmak” anlamında olduğunu yazmış. Burada kastedilen tevhide ulaşmak mıdır, yoksa Yunus, “Bir insan gönlüne girebilmenin kıymetini” mi anlatmak istemiştir?
− Yavrum, o bahsettiğin şahıs yazdıklarıyla pek çok kimseyi yanıltıyor, kanına giriyor. Burada “bir” işaret olarak kullanılmış. Yunus’un anlatmak istediği “bir insan gönlü kazanabilmek” anlamındadır.
− O halde bu da büyük bir ibadet Yunus’a göre?
− Doğru.
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Aziz Ruhları Şad Olsun.
|