Konu : İnsan ya sükut etmeli ya da sükettan daha güzel bir söz söylemeli.
Gönderen :
Sabri Babadan Mektup
Tarih :
8/23/2019 8:47:37 AM
.
Kıymetli yavrum,
İnsanlar kendi egolarıyla, nefsleriyle öyle dolular ki, istiyorlar ki yalnız onlar konuşsun, başkaları onları dinlesin. Eskiler insanın iki kulağı, bir dili olmasını çok anlamlı bulurlardı. İki dinle, bir konuş diye yorumunu yaparlardı. Şimdiki insanlar hep sen konuş, hiç kimseyi dinleme diyorlar.
Kur’an-ı Kerim “Oku” diye başlıyor; Mesnevi, “Dinle” diye... Hiçbir kitap görmedim ki “Konuş” diye başlasın. Bir veli zat diyor ki, ‘Hayatta sevilmek, sayılmak istiyorsanız ya sükût edin, ya da sükûttan daha güzel bir söz söyleyin.”
Japonlar çok değerli bir insanı anlatırlarken o derler, dinlemesini herkesten iyi biliyor. Bir gün matematik profesörü olan bir okul arkadaşım Japonya’ya gidecekti. Telefon etti, “Sabri” dedi, “Sen Japonları çok seversin, oradan sana ne getireyim?” dedim ki, “Lütfen bir kitapçıya git, sor, sizde konuşma sanatı üzerine kaç kitap var, dinleme sanatı üzerine kaç kitap? Lütfen küçük bir kâğıda not al, gelince bana getir.” sonra döndü. Verdiği rakamlar beni ürküttü. Tokyo’da Ginza Caddesi’ndeki en büyük kitabevine girer, soruyu sorar. Aldığı cevap müthiş, güzel konuşma üzerine iki kitap, dinleme sanatı üzerine yirmi sekiz kitap varmış. Aman Yarabbi, ürperdim, Japonlara olan saygım daha çok arttı.
Rahmetli annem vefatından bir yıl önce, yaz tatilini Boğaz’da geçirmek istediğini söylemişti. Ben de annemin bu isteğini nasıl yerine getirebilirim diye düşünürken, bir arkadaşla karşılaştık. “Ne o Sabri ne düşünüyorsun?” dedi. Ben de anlattım. “Kolayı var Sabriciğim, benim bir yakınımın Boğaz’da oteli var. Uygun bir fiyata size yer ayırtalım.” dedi. Çok sevindim. Allah’ın yardımıyla annemin isteği oluyordu. Otele gittik. Kaldığımız yer iki odası, salonu ve balkonu olan küçük bir daireydi. Akşam yemekten sonra, balkonda oturuyorduk. Bizim karşımızdaki dairede bir İngiliz aile kalıyordu. Balkonlarımız karşılıklı idi. Rahatça balkondan onları görebiliyorduk. Akşam yemeğinden sonra, balkona çıkıyorlardı. Karı, koca bir de yedi yaşlarında çocukları vardı. Hanımın resim şövalesi balkonda dururdu. Hemen fırçasını alır, resim çalışırdı. Beyefendi koltuğa oturur, kitabını okur, çocuk da bir kenarda yap-boz oyuncakları ile oynardı. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor, hiç konuşmuyorlardı. Çok dikkatimi çekmişti, hiç unutamadım.
Matematik profesörü olan bir arkadaşım anlattı. Tokyo’ya Dünya Matematikçiler Kongresi’ne gidiyor. Otele yerleştikten sonra görevli memura soruyor: “Burada,” diyor, “hem ucuz, hem temiz, hem kaliteli lokanta hangisidir, nerededir?” Tarif edilen yere bir arkadaşıyla gidiyor. Bin kişilik bir lokanta. Matbaa işçileri orada yemek yiyorlar. Arkadaşım yanındaki meslektaşı ile güle oynaya kapıdan giriyorlar. Ama birden donup kalıyorlar. İçeride çıt yoktur. Bin kişinin bakışları üzerlerinde toplanıyor. Mutlak bir sessizlik egemen. Şaşırıyorlar. Ne içeri girebiliyorlar, ne dışarı çıkabiliyorlar. Öyle bir mahcubiyet, eziklik içindeler ki... Şef garson halden anlıyor. Hemen geliyor, onları içeri alıp oturtuyor. Çevreye bakıyorlar. Herkes öylesine sessiz ki... Bir sipariş verileceği zaman, garsonun kulağına fısıldıyorlar, çatal kaşıklarını masaya koyarken inanılmaz bir dikkat gösteriyorlar, aman bir ses çıkmasın, aman bir gürültü olmasın diye. Arkadaşım bakıyor, bakıyor, hayran oluyor.
Yine bir Pazar sabahı arkadaşım trene biniyor. Amacı, bir Japon banliyösündeki hayatın akışını incelemek. Trende oturduğu yerin karşısında bir Japon aile var. Ana, baba ve küçük yavruları. Çocuk henüz iki yaşında. Ne hikmetse durmaksızın ağlıyor. Anne bir yandan çocuğu susturabilmek için çırpınıyor, bir yandan da arkadaşımı endişeyle süzüyor, acaba yabancıyı rahatsız ediyor muyum diye... Ama bir türlü başarılı olamıyor. Eşi, köşede sükûnetle gazetesini okumakta. Nihayet gidiyor, ondan yardım istiyor. Baba, yavaş yavaş yerinden kalkıyor, çocuğun yanına gidiyor. Yanağına çok hafif, çok yumuşak bir fiske vuruyor. Çocuk derhal susuyor.
Bütün bunlar bize, sağlıklı, mutlu, huzurlu yaşayabilmek için sessizliğin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Yüksek sesle müzik dinleyenlerin bir süre sonra yavaş yavaş beyin hücrelerinin öldükleri bilimsel çalışmalarla ortaya çıkıyor. Gürültü insanı hasta ediyor, sinir sistemini tahrip ediyor, onu hayata karşı duyarsız yapıyor.
Pascal, “İnsanın hayatta başına ne gelirse, işini bitirdikten sonra, bir köşeye çekilip sükûnetle hayatı, insanları, olayları tefekkür edememesinden gelir.” diyor.
Kur’an-ı Kerim’de, Cenâb-ı Hakk’ın, Hz. Musa’yı, Firavun’u Hakk’a davet etmekle görevlendirdiğini okuyoruz. “Yâ Musa, Firavun’la konuşurken yumuşak ve tatlı söyle.” buyruluyor. “Allah yavaş sesle konuşanları sever. Seslerinizi Peygamberlerin sesinden fazla çıkarmayınız. Bağırmayınız. Yüksek sesle konuşmayınız. Seslerin en çirkini eşek anırmasıdır.”
“Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur.” Şâd olmuyorsak, huzuru, mutluluğu içimizde bulamıyorsak kabahat bizdedir. Ya aramıyoruz, ya aramasını bilmiyoruz. Yunus, insanları şâd eden haberi, nice arayışlardan, gayretlerden, fedakârlıklardan sonra bulmuştu. Bu bir aşk işidir, çile işidir.
Selam, saygı ve sevgi ile.
Sabri Tandoğan
Aziz Ruhlarına Fatihalarla.
Selamlar, rahmet ve esenlikler içinde geçecek cumalar.
|