Konu : Sabri Baba'dan Şaziye Anne...
Gönderen :
Sabri Babadan Hatıra
Tarih :
2/27/2020 10:16:26 AM
.
SABRİ BABA'MIZIN DİLİNDEN ŞAZİYE ANNE
(SON DEVRİN HAK AŞIKLARINDAN ŞAZİYE İZDAŞ HANIMEFENDİ-RAHMETULLAH)
"Cahit Sıtkı bir şiirinde “vuslatla sona erdi bu çile” der. Ne zaman Şaziye Anneyi düşünsem, aklıma bu mısra gelir, sıkıntı dolu, ıstırap ve çile dolu bir hayat ve sonunda ortaya çıkan muhteşem bir insan örneği... Çilenin vuslata dönüşü... Melih Cevdet, “Önemli olan hayattaki olaylar değil, o olaylar karşısında insanın takındığı tavırdır” diyor. En güzel örneğini bu sözün, Şaziye Annenin kişiliğinde görüyoruz. Ah bir bilebilsek, öğrenebilsek, yaşayabilsek günlük hayatımızda bu gerçeği, karşılaştığımız güçlüklerin, bizim için oldurucu, erdirici, yetiştirici birer egzersiz olduğunu... Olaylara bu açıdan baktığımız, bu açıdan çözüm için yaklaştığımızda, zaten yarı yarıya halledildiğini bir görebilsek... Genellikle günümüz insanları bir zorlukla, bir müşkülle karşılaştıklarında hemen paniğe kapılıyorlar. Bula bula beni mi buldu diyorlar. Ben ne yaptım da, böyle bir olayla karşılaştım diyorlar. Bir gerilim bütün vücutlarını kaplıyor. Sinir sistemleri alt üst oluyor. Sonradan mârifetmiş gibi, çağdaş bir bilimsellik süsü ve havasıyla strese girdik diyorlar. Girersin ya kardeşim, sende bu kafa olduktan sonra daha çok streslere girersin. Sorunlar akılla çözülür. Edep, tevâzu ve incelikle, sabır ve tahammülle çözülür. Ne sanıyoruz sanki, yiyelim, içelim, gezelim, oynayalım. Bir ömür böyle geçsin. Yağma mı var? Hayatında bir kere, ben bu dünyaya niçin gönderildim, varoluşun amacı nedir? Niçin yaşıyorum? Nasıl yaşamalıyım? Ne yapmalıyım ki, sonunda pişman olmayayım? diyen insanların olaylar karşısındaki davranışı başka oluyor. Sorunlar çıktığı zaman, daha bir sükûnetle, daha bir yumuşak, daha ılımlı bir şekilde yaklaşıyorlar çözüm için. Sertlikle, kabalıkla hiçbir şey halledilmiyor. Karşılaştığımız her sorunun, her müşkülün, aslında bizim yetişmemiz, olgunlaşmamız, tekâmül etmemiz için önümüze çıkan bir egzersiz, bir ders olduğunu, hatta bir fırsat olduğunu bilebilsek, öğrenebilsek. Şaziye Anne ta baştan itibaren bütün bu inceliklerin farkındaydı. Bilincindeydi. Yunus gibi “Hak’tan gelen şerbeti içtik Elhamdülillah” diyordu. Dünyanın en güzel unundan, yağından yapılan bir böreğin, fırında çıtır çıtır kızarmadıkça, pişmedikçe ne kıymeti olurdu ki... İnsanlar da böyleydi. Bazen üst üste gelen olayların, çilelerin, ıstırapların bir anlamı, bir mesajı olmalıydı. Ve bunlar bizim pişmemiz, yetişmemiz, olgunlaşmamız için bir vesileden başka neydi ki...
Her tekâmül basamağındaki sınavlar muhakkak verilmeliydi. Biz çözümden kaçtıkça, kendi kafamıza göre bahaneler uydurup sıvıştıkça, o sorunlar tekrar tekrar karşımıza çıkacaktı. Ta ki çözüme ulaşıncaya kadar... Tekâmülün başka bir yolu, yöntemi yoktu. Hep böyle olmuş, bundan sonra da böyle olacaktı. Ancak Şaziye Anne gibi olanlar ve o yolda yürüyenler Yunus gibi “Bir çeşmeden akan su acı, tatlı olmaya” diyecekler, tam bir teslimiyet, inanç ve aşkla O’ndan gelen her şeyin bir anlamı, bir güzelliği vardır diyecekler, olayları kabullenecekler, sonra onu en güzel çözüme ulaştırmak için olanca güçleriyle ellerinden geleni yapacaklardı. Hamlıktan olgunluğa giden yol, pişmekten geçiyordu.
Şaziye Anne, çok acı çekti. Istıraplar, çileler içinde kavruldu. Yandı ama tütmedi. Derdini kimselere söylemedi. Direndi. Yiğitçe, kahramanca direndi. Necip Fazıl’ın şiirindeki gibi,
“Diyordun, üst üste geldikçe acı
Bir azap isterim bundan da beter”der gibiydi hali...
Gençliğinin en güzel yılları onun için “Yusuf’un kuyusu” oldu. Sabır, “hilesi olmayanın hilesi” der gibiydi. Huzura, mutluluğa, güzelliğe ve vuslata giden yolun kapısının sabırdan geçtiğini biliyordu. Ancak o kuyudan geçen Yusuf’lar Mısır’a sultan oluyorlardı. Şaziye Anne ve o yolda olanların sabrı, ekşi yüzlü, sıkıcı, usandırıcı, diş sıktırıcı bir sabır değildi. Onların sabrı, serin, ferahlatıcı bir şerbet gibiydi. “Bir çeşmeden akan su acı, tatlı olmaya” kavline ezelden gönül vermişlerdi. O’ndan gelen her şey iyiydi, güzeldi, asil ve yüceydi. Bizim iyiliğimiz içindi. Mübarekti. Her halleriyle “sevmek, devam eden en güzel huyum” der gibiydiler.
Yıllar birbiri ardına geçip gidiyor, Şaziye Anne çocuklarını pırıl pırıl yetiştiriyordu. Özellikle oğlu Ekmel Bey, annesine en çok benzeyendi. Işık insandı, içi dışı nur gibiydi. Annesinin, seçilmişlerin seçilmişi bir insan olduğunun farkındaydı. Onu çok, pek çok seviyor, bir dediğini iki etmiyordu.
Çektiği her acı, her ıstırap Şaziye Anneyi biraz daha olgunlaştırıyor, manevî güzelliğin zirvesine doğru götürüyordu. Bütün çileli insanlara, yalnızlara, dertlilere kollarını ve evinin kapısını açmıştı. Evin anahtarı üstündeydi. İsteyen istediği zaman geliyor, orada sevgilerin en hâlisini, ilgilerin en içten gelenini buluyordu. Gelenler dert verip, derman alıyorlardı. Evin içi bir ışık çağlayanıydı sanki. Hiç yüzü gülmeyenler orada ebedî neşeye ve huzura kavuşuyorlardı. Sevgisizlikten taş kesilen gönüller orada cıvıl cıvıl ilâhi aşkta yıkanıyor, arınıyor, temizleniyorlardı. Güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel haller yaşıyorlardı orada... Çağın, toplumun, günün kesafeti ile gelenler, orada sevginin, saygının, inceliğin, letâfetin en güzel boyutlarına ulaşıyorlardı. Orada her şey vardı. Sait Faik’in deyimi ile “bütün lüzumlar ve lâzımlar” vardı. Ama kabalık yoktu. Saygısızlık yoktu. Dedikodu yoktu. Küçük çıkarlar, menfaat hesapları, maddî endişeler yoktu. Sanki çağın maddeciliğine, sevgisizliğine, yüreksizliğine karşı bir başkaldırı idi, bir protesto idi Şaziye Annenin evi... Orada nice insanlar sağlığına kavuştu, dertlerinden, sorunlarından, sıkıntılarından kurtuldu. Renk dolu, ışık dolu, sevgi dolu bir hayata kavuştu. O’nun sevgi dolu kolları bütün evreni kucaklıyordu. Yeryüzündeki bütün insanlar onun sevgisine, ilgisine muhataptı. Nerede bir hasta varsa, Şaziye Anne oradaydı. Nerde bir yakını Hak’ka göçen insan varsa orada görebilirdiniz. Umudunu yitirenler, yaşama sevincinden uzaklaşanlar, dertliler, kederliler, karamsarlar Annenin sevgi dolu bakışlarıyla sanki hayata yeniden geliyorlardı. Her sözü, her bakışı, her haliyle “sevmek, devam eden en güzel huyum” der gibiydi. Her insanın ayrı bir dünya olduğunun bilincindeydi. Mükemmeliyet insanı oluşturan unsurlar arasında kurulan âhenkten başka ne olabilirdi. Kâinatta zıtlık diye, çelişki diye gördüklerimiz, biraz derine inince, aslına ulaşınca, birbirlerini tamamlayan, bütünleyen, güzelleştiren üniteler olmuyor muydu? Nereye bakarsak bakalım Allah’ın vechi orada olmuyor muydu? Çevremize bakınca nice hayret veren, ürperten, hayran eden güzellikleri göremiyorsak, tek gördüğümüz patırtı gürültü, kalabalık, çirkinlikler ise niye kabahati kendimizde görmüyorduk. Eğer mutlu değilsek, güzelliklerden mahrum yaşıyorsak, şâd olamıyorsak kabahat bizde değil miydi? Fazıl Hüsnü Dağlarca “Bilimin bütün bulduğu, bütün bulacağı sende” demiyor muydu?
Unutmayalım ki, hayatı ne kadar derinden kavrarsak, yaşantımız da o kadar zengin ve muhtevalı oluyor.
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Hepsinin Aziz Ruhlarına Fatihalarla
|