ONCA VARLIK İÇİNDE OLDUĞU HALDE İNSANLAR NİYE İNTİHAR EDERLER?
MUHTEREM SABRİ TANDOĞAN BÜYÜĞÜMÜZÜN BİR KONFERANSINDAN İBRET DOLU BÖLÜMLER
KONU: NEDEN İNTİHARLAR GİDEREK ÇOĞALIYOR?
Efendim hepinizi sevgiyle saygıyla selamlıyorum, senenin bu son konferansında yine lütfettiniz Alanya’dan İstanbul’a, Balıkesir’e varıncaya kadar yurdun dört bir tarafından çıkıp geldiniz. Sağ olun, var olun. Her zaman olduğu gibi yine bir ricada bulunacağım; sohbetimizin güzel, faydalı, verimli geçmesi için hayır dualarınızı rica ediyorum.
Ankara Adliyesinde stajımı yapıyorum, bir telefon geldi, “Çankaya’da” dediler, “bir intihar vakası oldu”, “rapor vermek için gelin”. Sayın savcımız ve yanında staj yapan stajerler gittik. Çankaya’da bir apartmana gittik, aradan kaç sene geçti elli yediden bu yana, yarım asır geçti galiba, hala hayatımda o kadar muhteşem bir apartman görmedim, bütün Avrupa’nın her tarafını gezdim, öyle muhteşem bir apartman yoktu. İçine girdik, intiharın olduğu daireye çıktık. Öyle bir ev döşenmiş ki; ne sinemalarda, ne gezdiğim gördüğüm yerlerde o kadar muhteşem mobilyalar görmedim. Kelimelerle anlatılır gibi değil. Mutfağa girdik, bir koltuğa oturmuş kırk yaşlarında bir erkek. Dünya güzeli bir insan. Ayaklarının altına bir puf koymuş, hava gazını açmış, hava gazı çıktıkça zehirlenmiş, intihar etmiş. Savcı Bey inceledi, raporunu verdi. Aradan elli küsur sene geçti hala unutamadım. O ihtişam, o lüks, o saltanat ve bir intihar vakası. Muhteşem bir büfe salonda, büfede bir defter, şöyle ikiye açılmış, ortasında bir kalem duruyor, diyor ki “Sevgili eşim, sevgili çocuklarım, artık bu hayata dayanamayacağım, beni affedin.”. Beni çok etkiledi. O günden beri sürekli intihar olaylarını düşündüm. Hani biliyorsunuz ben Danıştay mensubuydum, bizim konumuz İdare Hukuku ama ben bu olayı unutamadım bir türlü. Allah’ım diyorum o lüks, o saltanat; krallarda, imparatorlarda görülmeyen bir lüks ve öyle mutfaktaki hali gece rüyalarıma girdi, gündüz hayallerime girdi, sebebini düşündüm. Acaba ne olabilir dedim, bundaki hikmet nedir?
Sene 1980, bir davetiye geldi, Fransız Kültür Merkezinde kısa filmler müsabakasında birinciliği kazanan film gösterilecekmiş o gün, siz de buyurun diyorlar. Gittim. Filmin kahramanı bir genç kız, Paris’te oturuyor. Yalnız yaşayan bir genç kız bu, bir şirkette daktilo olarak çalışıyor. Kimsesi yok hayatta, bir gün başucundaki deftere yazıyor, “ben artık” diyor, “bu hayatın yükünü kaldıramayacağım, intihar ediyorum, ölümümden kimse mesul değildir”. Planı şu: Paris’e gidenler bilir, Sen Nehri akar, Sen Nehri’ne gidecek, orada ayağına büyük bir taş bağlayacak, kendini nehre atıverecek. Taş nedeniyle tabii suyun yüzüne çıkamayacak, orada intihar edecek. Şimdi bu niyetle bu hanım kız evden çıkıyor, Sen Nehri ile evin arası kısa bir mesafe, vasıtaya filan da binmiyor, yürüyerek gidiyor. Yolda bir saksı görüyor, saksıda bir çiçek. Bakıyor şöyle, acaba bu çiçek ölmüş mü diri mi, bir türlü karar veremiyor. Saksıyı kaldırıyor, çiçeğe bakıyor, bakıyor, çiçekle kendisi arasında bir ayniyet kuruyor. “Bu da benim gibi gariban bir çiçek” diyor “ben şimdilik” diyor, “intiharımı erteleyeyim.”. Bu çiçeği eve götürüyor, “güzelce dibine gübre koyayım” diyor, “sulayayım” diyor. Böyle git gide çiçekle arasında bir sevgi bağı doğuyor. Mesela kasaba gidecek çiçeği götürüyor, manava gidecek çiçeği götürüyor, işyerine giderken çiçeği götürüyor, getiriyor. Bir süre sonra bir gün sabahleyin bakıyor, kıpkırmızı bir çiçek açıyor saksıda. Hemen defteri alıyor, o intihar notu olan sayfayı yırtıyor, “enayi miyim ben, niye intihar edeceğim” diyor, atıyor çöpe kağıdı, sonra o çiçekle aşkını yaşamaya devam ediyor.
Bu da beni yıllarca düşündürdü, basit gibi geliyor insana ama öyle değil. Belki sade o Paris’li daktilo kızın intihar teşebbüsü değil, hayatın bir çok sırları bu olayda gizli. Bakın sizler de düşünün, hayata ait bir çok gerçekler yakalayacaksınız. Ondan sonra bende bir merak hasıl oldu, intihar konusunda ne kadar kitap çıktıysa hepsini aldım okudum, ne kadar makale çıktıysa hepsini buldum, işledim. Okudum, okudum, okudum. Bir çok sayın profesörler, bir çok bilim adamları, Durkheim’den Freud’e varıncaya kadar, hepinizin bildiği birçok büyük, meşhur isimler bu intihar olayına eğilmişler, incelemişler. Çeşitli görüşler getirmişler ama hiçbiri beni tatmin etmedi, ama hiçbiri beni tatmin etmedi. Bütün bu söylenenlerin arkasında başka bir şey var. Yani insanı canına kıymaya götüren asıl şey nedir? İşte onu hiçbiri izah edemiyor; ne Durkheim ne Freud, ne şu ne bu.
Mesele nedir acaba, bir insanı hayatına kıymaya, son vermeye götüren neden acaba ne olabilir? Ben bunu çok inceledim ve iki sonuçta topladım, ama katılırsınız ama katılmazsınız. Birincisi: Sevgi olayı. Çok önemli bir konu bu, yani insan sevilmek istiyor. Nasıl oluyor da bir insan çoluğunu çocuğunu bırakıp, intihar ediyor? İntihar için çeşitli yollar, metotlar görüyoruz. Moda olan metotlar da var. En moda metot nedir? İstanbul köprüsünden kendini atmak, çünkü biraz da medyatik. Benim manevi kızım Fatmagül Hanım’ın kızı var, on beş gün evvel doğum yaptı, onun da sevgiye ihtiyacı var mı? Eveet. O, on beş günlük çocuğun da sevgiye ihtiyacı var. O sevgi olmasa ne olur? Canım, yani çocuğun karnını doyurun, altını temizleyin, oh mışıl mışıl mebus gibi uyusun. Ne olacak yani (gülüşmeler). Değiil, öyle değil. Olmuyor efendim, ille o çocuk sevgi görecek. Bakışla, göz temasıyla… Sevgi illa yüksek sesle söylenmez, insan bakışıyla da söyler, kafasından geçen düşünceyle de söyler sevgisini. Hepimizin sevgiye ihtiyacı var. Bence insanları intihara götüren birinci sebep sevgi görmeyişleri. Kimisi annesinden sevgi görmüyor, kimisi dostlarından, yakınlarından. Bu gün toplumumuzda öyle çağdaş, ileri anneler var ki, aklı fikri konkende, viskide, toplantılarda.
İçinizde sinemaya meraklı olanlar varsa hatırlarsınız, Ayşe Şasa diye bir hanım var, içinizde duyan oldu mu? Ayşe Şasa, Rejisör. O hanımın bazı kitapları çıktı. Bu hanım şizofreni hastalığına yakalanıyor ve kendi gayretiyle iyileşiyor. Kitaplarında da bunu yazıyor. Hastalığa yakalanış sebebini anlatıyor. Ailede hiç şizofren yok, ne anne tarafında ne baba tarafında; hani kalıtımla geçiyor diyelim. Fakat doğar doğmaz Ayşe Şasa’nın ailesi çok zengin bir aile, o zamanın İstanbul sosyetesi, tutuyor kadın bir yahudi mürebbiyeye tutuyorlar onun için. Bu hanım yahudi anlayışına, yahudi geleneklerine göre çocuğu yetiştirmek istiyor. Ne işkenceler yapıyor; daha sekiz on aylık çocuğu bir kış günü alıyor, sokağa götürüyor, karların arasına gömüyor. Dirençli olsun diye. Bu yapılacak şey mi? Orada çocuk ölümden dönüyor. Ertesi sene alıyor çocuğu taksimde bir park vardır bilir misiniz, Taksim Parkı, oraya götürüyor gece gezdireceğim diye, bırakıp eve geliyor. Çocuğun orada yaşadığı travmayı düşünün, parmak kadar çocuk. Aklısıra onu güçlü yetiştirecek. Çocuk sonra şizofreniye yakalanıyor. Daha sonraki yıllarda Atıf Yılmaz diye yine meşhur bir rejisör var, onunla evleniyor. Bir süre sonra Atıf Yılmaz bırakıyor onu gidiyor, “ben bu kadınla oturamam” diyor. Sonra yine başka bir rejisörle evleniyor fakat o çok yumuşak, insancıl, efendi bir kimse çıkıyor. Ayşe Hanım’a çok destek oluyor, sevgi, saygı, ilgi gösteriyor. Nice çilelerden, ıstıraplardan sonra bir gün bir arkadaşları ziyarete geliyor. Kolejde beraber okumuşlar, kolejde okuduğu için Ayşe Hanım’ın İngilizcesi iyi, ona Muhyiddin-i Arabi Hz.lerinin Füsus-ûl Hikem’inin ingilizcesini getiriyor. Onu Ayşe Şasa okumaya başlıyor, ondan sonra kendi kendine onu okuya okuya okuya kurtuluyor hastalığından. Şimdi tekrar filmler çeviriyor, rejisörlük yapıyor, ekmek parasını çıkarıyor. Olay bu efendim, hayatın en önemli olayı sevgidir. Bir çocuk kuru ekmekle büyür mü? Büyür. Vallahi de büyür billahi de büyür. Bir çocuk bulgur aşıyla büyür mü? Büyür. Ama bir çocuk sevgisiz sağlıklı büyüyemez. Şair Gülten Akın bir şiirinde,
“Bir büyük oyun kardaş yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli”
diyor. Yani, “ben sevilmeyeceksem” diyor, “beni öldürün daha iyi”. Ben bu şiiri yıllarca düşündüm, aynı fikirdeyim, yüzde yüz aynı fikirdeyim ve ben de Gülten Akın gibi söylüyorum:
“Bir büyük oyun kardaş yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli”
Hep bir şey söylerler, “efendim” diyorlar işte “ekmeği önünde, aşı önünde, işte kışın ısınıyor, yazın serinliyor, daha ne istiyor?” Yahu daha ne istiyoru var mı yavrum, biraz sevgi istiyor o insan. Ama kadın ama erkek, ama genç ama ihtiyar, ama okumuş ama okumamış, olay bu efendim. İnsanları bence intihara sürükleyen en önemli etkenlerden birisi sevgisizlik. Mesela kreşlerde deney yapmışlar. On tane çocuk almışlar kreşe bırakılan, o on küçük çocuktan beşine gayet güzel gıdalar verilmiş; böyle seçkin gıdalar, güzel sebzeler, çorbalar, güzel meyveler falan filan. Fakat bu çocuklara hiçbir sevgi gösterilmemiş. Dört beş sene sonra bu çocukların hepsi ölmüş. Beş çocuk daha alınmış, bunların ekmek, bulgur aşı gibi şeylerle karınlarını doyurmuşlar ama çok da sevgi göstermişler; yavrum benim, kuzum benim diye, kucaklarına almışlar, saçlarını okşamışlar, sevgi göstermişler. Ve o beş çocuk ileriki hayatlarında çok önemli insanlar olmuşlar, o kuru ekmekle, bulgur aşıyla büyüyen çocuklar... Mesele burada efendim, mesele burada. Lütfen, lütfen birbirimize hiç olmazsa Allah rızası için sevgi gösterelim. Hayatın en büyük olayı sevgidir. İnsanlar kuru ekmekle de doyar. İnsanlar gerektiği zaman su içer, aç karnına da yatar. Ama insanlar sevgisiz yaşayamazlar. Benim görüşüm bu, bilmiyorum sizler katılırsınız, katılmazsınız, ama ben böyle düşünüyorum.
İntihar olayında, bütün intiharların; Asya, Avrupa, Afrika, Amerika, Avusturalya; kadın-erkek, genç-ihtiyar, okumuş-okumamış. Bütün intihar olaylarında odak noktası olarak yakaladığım ikinci nokta şu: İnanç. Ben bugüne kadar bir tek gerçek inanç sahibinin intihar ettiğini görmedim. Eğer siz gördüyseniz, okuduysanız lütfen haber edin. İnançlı bir insan intihar etmez. İnançlı insan işsiz kalabilir, inançlı bir insan işinden çıkarılabilir, inançlı bir insan eşi tarafından ihanete uğrayabilir; ama bu eş kadın olur erkek olur. Ama inançlı bir insan katiyen intihar etmez. Şimdi sık sık gazetelerde okuyoruz, televizyonlarda işitiyoruz. Aşağı yukarı hemen her gün; işte filanca iş adamı işleri bozulmuş intihar etmiş. E bozulabilir kardeşim yani, olabilir, insan hali. Ya borçlarını ödeyemezse?! Haa şimdi bu borç meselesine de gelelim.
Geçenlerde gazetede okudum, Türkiye’de beş buçuk milyon insan kredi kartı yüzünden mahkemeye düşmüş. Beş buçuk milyon insan, dikkat buyurun. Bakıyorsunuz efendim adam küçük bir memur, ama cebinde on iki tane bankanın kredi kartı var. E olmaz ki yavrum, herkes haddini hududunu bilecek, bu da bir inanç meselesi... Bakın ben Danıştay üyeliğinden emekli oldum ama hayatımda bir kere gidip Hilton’da, Sheraton’da yemek yemedim. Yani ben oraya yakışmaz mıyım, yakışırım tabii. Ama benim bir bütçem var, benim bir imkanım var, benim aldığım bir maaş var. Ben gidip Hilton’da yemek yiyemem, ben gidip Sheraton’da yemek yiyemem. Anlatabiliyor muyum? Niçin? Bunu da bir inanca bağlıyorum ben, hayat boyu ben kimseden on para ödünç almadım. Gün oldu rahmetli Rana Hanım ile beraber oturduk kuru ekmek yedik, ama yemin ederim ki kimseden ödünç istemedik. Efendi gibi kuru ekmeğimizi yedik, musluk suyunu içtik, “Allah’ım” dedik, “bunları olmayana da ver, Sana çok şükürler olsun.” Nene gerek kardeşim senin, on iki tane bankadan banka kartı alıyorsun. E bunun ekstreleri geldiği zaman neyle ödeyeceksin? Ondan sonra İstanbul Köprüsünden mi kendimi atayım, yoksa bilmem ne. Benim ikinci görüşüm de bu, intiharlar konusunda.
Bir gün akşamüstü Danıştay’dan çıktım. Gazete alacaktım, hala orada, Danıştay’ın köşesinde bir büfe vardır, orada işte bilindik şeyler satılır. Benden evvel sıra bir delikanlınındı, o delikanlı girdi, yaklaştı büfeye dedi ki “bana iki tüp aspirin verir misiniz?” . Birden irkildim böyle. Bana öyle geldi ki o çocuk intihar edecek. Ürperdim. Ama ne diyebilirim tanımıyorum, bilmiyorum. Yaklaştım yanına, “Yavrum” dedim “şu karşıdaki binayı biliyor musun” dedim, “biliyorum amca, Danıştay” dedi. “İşte” dedim “benim hanımım orada savcı” dedim, baktı yüzüme hani niye böyle söylüyor der gibi, “o” dedim “geçenlerde başı ağrımış, duruşmaya girecekmiş bir aspirin almış, mide kanaması yaptı, günlerce sancı çekti”. “Aman yavruum” dedim, “Allah seni esirgesin”, ve sırtını sıvazladım, “bak aslan gibi delikanlısın” dedim, “kıyamam sana yavrum” dedim, “hadi güle güle” dedim. Ertesi günü heyetten çıktım, kapı çalındı, sekreter hanım dedi ki, “efendim bir genç insan sizinle görüşmek istiyor”. “Buyursun” dedim. Elinde kocaman bir buket var, geldi içeri, “beni tanıdınız mı” dedi, “tanıdım yavrum” dedim ama ben arada bir irtibat kuramadım, büfede iki kelime konuştum, hem benim ziyaretime geliyor, hem de kocaman buket yaptırmış. “Efendim ben hayatımı size borçluyum”, dedi. “Hatırlıyor musunuz, iki tüp aspirin istemiştim, ben onların ikisini de içip intihar edecektim, ama siz öyle bir bana hitap ettiniz ki, öyle bir sırtımı okşadınız ki, eve geldim, ‘demek ki hayatta hala beni sevebilen insanlar varmış’ dedim, o aspirinleri aldım çöpe attım ve size gelmeye karar verdim” dedi. Çocuk bunu anlatırken ağlamaya başladı, ben de dinlerken ağlamaya başladım. Sarıldık birbirimize. Şimdi yavrum düşünebiliyor musun, bir çift söz, bir de sırtını şöyle bir sıvazladım, o kadar giysinin, paltonun üzerinden.
Mesele burada efendim. Yerine göre bir bakış, bir çift söz bir okşayış bir insanı yemin ederim ki intihardan döndürebilir. Bu hepimiz için bahis konusu olabilir, onun için aman istirham ediyorum, çevremizdeki insanlara dikkat edelim. Çok şükür hepiniz şuraya güzel kahvaltınız yaptınız geldiniz, bir kısmınız öğle yemeğini yediniz geldiniz, Allah’a sonsuz şükürler olsun. Hani bunu şunun için söylüyorum, içinizde aç yok. Hepiniz de temiz kıyafetler içinde geldiniz içinizde çıplak da yok. Ama bu yetmiyor ki efendim, şu kalp… şu kalp sevilmek istiyor. Şu sırt okşanmak istiyor. Bunu ne olur birbirimizden esirgemeyelim. Diyeceksiniz ki, “canım işte ev halkı bu benim annem, bu büyük annem, bu işte yiyenim, bunlarında mı okşanmaya ihtiyacı var?”, Eveeet, hepimizin, hepimizin ihtiyacı var. Belki burada içinizde en yaşlı benim, yeni doğmuş bebekten bana kadar hepimizin biraz sevgiye, biraz okşanmaya ihtiyacımız var. Bunu birbirimizden esirgemeyelim. Hayat yalnız karın doyurmak değildir, hayat yalnız temiz elbise giymek değildir, modaya göre giyinmek değildir. Bugün istatistikler bize şunu gösteriyor, zenginlerin içindeki intihar oranı, fakirlere göre daha fazla. Buna birçok insan inanmak istemez. Mesela bölge bölge ben inceledim bunları, Çankaya’daki intihar oranı Altındağ’a göre daha fazla. Demek ki ortaya şu sonuç çıkıyor: İnsan her şeyden evvel, her şeyden evvel bir duygu insanı, bir gönül insanı. Freud ne derse desin, Durkheim ne derse desin bunlar beni hiç tatmin etmedi. Kendilerine göre izahlar bulmuşlar, kendilerine göre teoriler üretmişler ama beni tatmin etmedi. O Danıştay’ın önünde iki tüp büfeden intihar etmek için aspirin alan çocuk olaya çok güzel açıklama getiriyor. Bir de sözlerimin başında o Çankaya’daki fevkalade lüks evde intihar eden adam, zenginlik eğer bir ölçüyse onun intihar etmemesi lazım, fevkalade lüks içinde yaşıyor, krallar gibi, imparatorlar gibi. Ama yetmiyor, yetmiyor. Dibini kurcalasanız ne çıkar biliyor musunuz? Sevgisizlik çıkar. O adamı intihara götüren sevgisizliktir. İçinizde kabul eden olur, etmeyen olur, bir şey demem, ama bana göre onu intihara götüren sevgisizliktir.
Bugün mesela hep işitiriz, işte okuyoruz, televizyonlarda görüyoruz. Tinerci çocuklar…onlara boyuna yenileri ekleniyor. Şimdi bunları toplum ne yapıyor? Sadece şikayet ediyor, 155’i çağırıyor, polis geliyor karakola götürüyor. Ne yapacak komiser, “bak yavrum” diyor “bir daha görmeyeceğim haaaa”. “Tamam komiser amca” diyor. Ne yapsın çocuk?? Yani, yavrum, kuzum diye onu bağrına basan bir anne mi var sanıyorsunuz; canım yavrum benim diyen, onun için hayatını vermeye hazır bir baba mı var sanıyorsunuz? Bilmiyorum, siz hiç işittiniz mi, bir milletvekili çıksın da, hangi partiden olursa olsun, bu tinerci, balici çocuklar için “arkadaşlar” desin “benim bir projem var, bu çocuklar için ıslah evleri açalım, bu çocuklar için çalışma yurtları açalım, çalışacak mekanlar gösterelim, onlara yatacak, yemek yiyecekleri, istirahat edecekleri mekanlar gösterelim, akşamları bir takım insanlar gitsinler, rahatlarını bıraksınlar -ki ben her an hazırım, her an hazırım beni çağırsınlar-, onlarla konuşma yapsınlar o çocuklara. O çocukların moralini yükseltecek, o çocukların kalplerini sevgiyle dolduracak konuşmalar yapsınlar.” Bunların hangi birisini yapıyorlar, soruyorum sizlere. İçinizde her meslekten insanlar var, lütfen söyleyin bana, hiç işittiniz mi böyle bir şey? Vay namussuz! Orada bir balici var şu apartmanda. Dıt dıt dıt 155, işte falan apartmanın önünde balici var, tinerci var. Ama böylece biz vazifemizi yapmış olmuyoruz ki. Yarın Allah’ın huzuruna gittiğimiz zaman sorulacak bize. Bu çocuklar sevgiye muhtaç, şefkate muhtaç bu çocuklar, bakıma muhtaç, ne yaptınız denilecek. Yani şu YOYAV bunların hangi birine yetişsin. O kadar büyük şeylere de lüzum yok, hani böyle askeri barakalar vardır yarı silindirik. Birisi yatakhane olur, birisi çalışma atelyesi olur, biri efendim konferans salonu olur, sinema olur. Mesela Kültür Bakanlığı, Palavra! Ne yapıyor Kültür Bakanlığı? Balici çocuklar için bir tek film çevirdi mi? Sen bu balici çocuklar için bir film çevir kardeşim, bu tinerci çocuklar için çalışma yuvaları aç, yatakhane aç, yemekhane aç, biz de gidelim, ben istirahatımı bırakayım şu halimde, sağ elimden biri tutsun, sol elimden biri tutsun, yemin ederim her gece gidip konuşma yapmaya razıyım, canım başım üstüne. Ama biz bunları yapıyor muyuz? Maalesef. Ne yapıyoruz, kollarından tutup komisere götürüyoruz, komiser ne yapsın? Bir daha görmeyeceğim haa!
Yani efendim, benim gençliğimde bir milliyetçi şair vardı, ismi hatırıma gelmiyor,
“Öteyi ne sen sor ne ben söyleyeyim,
Bu memleket baştan başa gurbettir.”
diyordu. Gurbeti yaşıyoruz. Gurbeti yaşıyoruz. Her konuda bu böyle. Yani sokakta bir takım yaşlılar dileniyor. Yaa bir toplum eğer yaşını başını almış, yaşı yetmişi, sekseni, doksanı bulmuş insanlarını bir dilim ekmek için sokakta dilendiriyorsa, o topluma yazıklar olsun. Yaşlılar için ne yapıyoruz? Böyle her birimiz bir şeylere kafayı takmışız, bazı hanımlarımız giderler konken oynarlar, viski içerler, ne bileyim bir de toplanırlar dedikodu yaparlar, ondan sonra vazifelerini yapmış insanlar gibi...
Bir gün Güvenlik Caddesinde oturuyoruz, bizim yanımızdaki dairede bir hanım oturuyordu, bu Ankara’nın meşhur konkencilerindenmiş, yaşlı bir hanım da yani, yetmiş beş filan var. Bir gün solumdan merdivenden çıkıyor, ben de Danıştay’dan çıkmış eve gidiyordum, “ah beyefendi” dedi, “bugün ne kadar yoruldum biliyor musunuz?” dedi. Kadın konkenden geliyor (gülüşmeler). Ben hiç bozuntuya vermedim, “ah hanımefendi”, dedim “hayat ne kadar zor değil mi” dedim (gülüşmeler). Kadın alay ettiğimi anladı, şöyle ters ters baktı (gülüşmeler)... Yani, benim bunları söylemekteki maksadım şu, hepimiz böyle yardım düşüncelerini kafamızda geliştirelim. Hani bazan nasıl bir adam kibritini atıyor, sigarasını atıyor bir ormana, oradan bir orman yangını çıkıyor, bu düşünceler de gelişir, gelişir, gelişir, daha nice YOYAV’lar açılır. Bakın şu çatının altında İbrahim Bey, kendine göre hastalıkları var, ıstırapları var, çileleri var, ama nasıl gecesini gündüzüne katıp çalışıyor. Çok şükür emekli olmuş, üst düzey bir bürokrat, pekala köşesine çekilip pijamalarıyla, eline gazetesini alıp da akşama kadar vakit de geçirebilir. Öyle yapmıyor, gecesini gündüzüne katıp çalışıyor, ama hepimizin de birer İbrahim Ateş olması gerekmez mi? Hepimizin. Diyeceksiniz ki bizim imkanlarımız var mı? E İbrahim Bey de bu YOYAV’ı hop diye birden bire kurmadı ki, ben hatırlıyorum ne çilelerden geçti. Yani hepimizin çevremize yardımcı olmamız lazım. Diyeceksiniz ki Sabri Bey bunları niye söylüyorsun? Şunun için söylüyorum, belki edep dışına çıkıyorum, özür dilerim hepinizden, ama yarın Allah’ın huzuruna vardığımızda bunun hesabı bizden sorulacak. “Sen” diyecekler, “kaç tane yetim çocuğun başını okşadın, kaç tane gariban çocuğa yardımcı oldun?”.
O Üsküdar’daki Kirkor Efendi’inin hikayesini hepiniz bilirsiniz, anlatmayayım şimdi. (Değerli Büyüğümüzün olayı tekrar anlatması rica ediliyor) Hayhay yavrum, hayhay, emirleriniz olur. Şimdi Üsküdar’da Kirkor Efendi var, elbise satıyor. Hac zamanı hacca gidecekler için hani bir takım özel kıyafetlere ihtiyaç var, bir takım özel araç gereçlere ihtiyaç var, onları satarak geçimini sağlıyor. Bir gün bir adam geliyor, “Kirkor Efendi” diyor, “benim yedi sekiz yaşlarında bir oğlum var, ona bir elbise alacağım bayramlık, var mı sende?” diyor. “Efendim” diyor, “ben oğlunuzu tanımıyorum, onun ölçüsünde bir model gösterebilir misiniz” diyor. Bu da çamurların içinde bir çocuk geçiyormuş, üstü başı dökük, zavallı bir çocuk, “işte” diyor, “tam bu çocuğun boyunda” diyor. Çağırıyorlar çocuğu, bir elini ayağını yıkıyorlar, sonra elbiseyi giydiriyorlar, tam uyuyor çocuğa. “İşte” diyor, “bu elbise benim oğluma da aynen uyacak böyle” diyor, “çıkartın sarın onu” diyor. Elbiseyi çıkartmak isteyince çocuk biraz tedirgin oluyor. Hani hayatında ilk defa yavrum sırtına yeni bir şey giymiş, çıkartmak istemiyor. Onun üzerine diyor ki Kirkor Efendi, “beyefendi” diyor, “çocuk fukara”, diyor, “bakın, şimdi hac zamanı, sizin de hayrınız olsun, masrafını verin de bu elbise çocukta kalsın”. Adam, “ne münasebet efendim!” diyor, “el alemin çocuğundan bana ne, herkes çocuğunu kendi giydirsin”. Onun üzerine çocuk ağlamaya başlıyor. Kirkor Efendi gidiyor, çocuğun saçlarını okşuyor, “ağlama yavrum, üzülme” diyor. “Benim sana hediyem olsun, hatta sana bir de elbisene uyacak ayakkabı hediye edeyim” diyor, bir de ayakkabı hediye ediyor. Hacdan dönüyorlar, birisi istihareye yatıyor, “acaba” diyor “benim haccım kabul edildi mi”, ona deniyor ki, “o, fukara, gariban çocuğu giydiren Kirkor Efendi var ya, onun yüzü suyu hürmetine bu seneki bütün haclar kabul edildi” deniyor. Şimdi işin polisiye tarafını aramak ayrı mesele onu meraklıları arasın, ama ben bunu ne zaman anlatsam, gözlerim yaşarır, ürperirim, heyecan duyarım, ve ben inanıyorum buna efendim, bana ne derseniz deyin, ben inanıyorum. Bir kişi için bazen bütün güzellikler onun yüzü suyu hürmetine kabul edilebiliyor. Veya onun yaptığı çok çirkin, çok kaba, çok gönül kırıcı bir hareket için nice insanlar telef oluyor.
Olay bu efendim. Bütün mesele insana saygı duymak, insana sevgi duymak. İnsan çok yüce bir varlık Efendim! İnsan çok yüce bir varlık. Allah insanda tecelli ediyor. Aman dikkat buyurun. Aman dikkat buyurun. Aman dikkat buyurun. Onun şu kusuru var, onun şu hatası var, onun şu günahı var deyip birbirimizi yargılamayalım. Birbirimizin elinden tutmaya çalışalım. Hepimizin hatalarımız var, hepimizin noksanlarımız var, hepimizin kusurlarımız var, yeter ki birbirimizin elinden tutup birbirimize yardımcı olalım. Belki, hiç belli olmaz, bir bayramlık elbisesi giydirdiğimiz bir çocuk, ne bileyim elinden tutup yolun bu tarafından diğer tarafına götürdüğümüz çok yaşlı bir adam, belki çeyizine minicik de olsa katkıda bulunduğumuz fakir bir ailenin evlenecek kızına yaptığımız hayır, bizim ahirette sırat köprüsünden geçmemize yardımcı olabilir. Aman dikkatli olalım efendim.
Efendim beni dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum, hayır dualarınızı bekliyorum. Müsaadenizle.
SABRİ TANDOĞAN
Onun ve Hakk'a Göçen Ailesinin Aziz Ruhlarına Fatihalarla.