Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : 20. Asrın Işığında Müslümanlık kitabından bölümler.
Gönderen : Cahide
Tarih : 4/15/2020 10:20:52 AM


.
Sevgili Babacığım, çok değerli dostlarım…

Hepinizi hürmet ve sevgi ile selamlıyorum…

Babacığım müsaadeniz olursa okumuş olduğum “Ken’an Rifai ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” kitabından birkaç bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum…

Terbiyeciliği:

“Yaşadığım kadar ya bir şey öğrenmeliyim, ya bir şey öğretmeliyim” düsturu sık sık tekrarladığı bir hakikatti. Güzel, iyi veya faydalı herhangi bir şey görüp öğrendiği zaman bunu etrafındakilere tekrarlamaktan asla usanmaz, duyanların da duymayanlara anlatması için adeta telaşlanır, “Bildiğinizi kendinize saklamayın, öğretmek cihetiyle kıskanç, öğrenmek cihetiyle ihmalkar olmayın. Bildiğini kendine saklayan kimse beşeriyet için bir ayıp teşkil eder, öğrenin ve öğretin” diye sık sık etrafını ikaz ederdi.

“Birçok mürebbiler talebelerini mücahede, riyazat ve türlü çilelerle terbiye ederler. Ben ise onların çilelerini kendim çektim” demiş olması onun her nefesine sirayet etmiş olan rahmetinin muhteşem olduğu kadar hazin bir beyanıdır.

“ Her suçta bir mazeret arar ve bilhassa etrafına başkalarından değil, bizzat kendilerinden korkmayı tavsiye ederdi. Zira bir üzüntüye, bir musibete maruz kalındığı zaman, kabahati sebeplerde değil kendimizde aramamızı ister ve bu neticenin hemen daima bizim bir noksanımızdan faraza basiretsizlik, sebat, sabır, saygı ve kavrayış noksanı gibi bir hatamızın mahsulü olduğunu gösterirdi. O, çok iyi biliyordu ki talih ve kader denen alın yazısı şuur altında biriktirmiş olduğumuz iyi veya kötü tohumlarda saklıdır. Böyle olunca da mukadderatımızın mimarının kendimiz olduğundan şüphemiz kalır mı?

Kenan Rifai’nin, Ekrem Hakkı Ayverdi ile şaka yollu bir konuşmasından alınan şu parça da onun bu husustaki kanaatinin en canlı bir ifadesidir:

“Sen mimarsan biz de mimarız; herkes bina-yı hayatının mimarıdır. Faraza sen yaptırdığın bir binaya fena malzeme kullanır çürük ve hesapsız yaparsan, o bina yıkılır, neticede seni mesul ederler…

İnsanların da buldukları sürur, keder, iyilik, fenalık, cennet ve cehennem, binalarını iyi veya fena kurmuş olmalarındandır. Erdiğimiz neticenin mesuliyeti başkalarının değil kendimizindir. Eğer bizim vücudumuz binasını da çürük ahlaklar ve kötülüklerle yapmışsak günün birinde kendi kendine çöküverir.”

Ken’an Rifai bilhassa iki şeye çok ehemmiyet veriyordu. Bizzat yaşayarak öğretmek ve severek öğretmek.

Bizim gibi daha bazı talebelerinin de etrafında olduğu bir gün soruyor: “Çocuklar! Ben gıybet ediyor muyum? Ediyorsam siz de edin. Ben yalan söylüyor muyum? Söylüyorsam siz de söyleyin. Ben kalp kırıyor muyum? Kırıyorsam siz de kırın. Ben kin tutuyor, kibrediyor, haset eyliyor muyum? Yapıyorsam size de bol bol izin! Ama beni hocanız bilmişseniz bende olmayan hasletlerin herhangi birinde konuklamak üstünüzdeki manevi hakkımı reddetmek olmaz mı?”

Evet! Hiçbir söz ve nasihat ve nasihat, hiçbir bilgi ve marifet, hayatının hesabını bu kadar cesaretle, açık alınla, yürek ferahlığı ile veren bu mürebbinin bu tatlı beyanı kadar müessir olamaz.

Bir mektubunda şöyle yazıyor:

“ Ben kendi kendine akıp giden bir pınar gibiyim. Her isteyen benden susuzluğunu giderebilir. Birinin küçük bir kova, birinin büyük bir fıçı veya bir üçüncünün bir fincanla gelmelerinin mesuliyeti bana ait değildir. Ben herkesin bana uzattığı kabı doldururum, fakat herkes benden elindeki kabın istiab ettiği kadar alır. Kimseye vermeye naz etmem ve birini öbüründen ayırt etmem.”

Din ve İman anlayışı:

Kenan Rifai diyor ki: “Esas itibariyle bütün dinler birdir. İptidai dinlerden tutunuz, İbrahim’den, Musa’dan, İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar bütün dinler mana itibariyle aynıdır. Maksat tasfiye-i derun ve Allah’ı tanımak ve bulmaktır. Din de ilk mektepten üniversiteye gelinceye kadar bir talebenin geçirdiği taallüm safahatını geçirmiş ve İslamiyet’te kemalini bulmuştur.” Bu fikrin onda son derece köklü olduğuna her zaman şahit olmuşuzdur. Mesela bir gün Hıristiyanlığı küçümseyerek konuşan birisine “Hıristiyan nedir? Sen onu gayrı mı görüyorsun? Sen İsa’ya da inanıyorsun, Musa’ya da… çünkü başka türlü müslüman olamazsın” diyor.

Bilmeli ki hayatın esası imandır. İmanın ruhu da ameldir. İmanın kemali Allah sevgisidir, amelin kemali halk sevgisidir. Yani esas olarak insan, halkın Hak’tan ayrı olmadığını bilmelidir. Bir kısım insanlar halkı zahir, Hakk’ı batın görür. Bir kısım insanlar ise bu kanaatin aksine sahiptir. Üçüncü kısım ki saadet sahipleridir, bunlar, Hakk’a hitap etseler halkla ve halka hitap etseler Hak’la muamele ettiklerini bilirler.

Hulasa, havfu hüzünden azat olan insanlar Hakk’ı seven yani halka şefkat, merhamet, af, hilim ve sabırla muamele eden ve bunun için de kimseyi incitmeyen ve kimseden incinmeyenlerdir.

Onun için ibadetlerin en makbulü, ne cennet vaatlerinden, ne de cehenmem korkusundan hız almayan sadece ve sadece Allah muhabbetine dayanan menfaatsiz bir yoklukla yapılandır.

Kenan Rifai, ibadette manayı esas tutuyor. Taklit olarak yapılan ibadetin hiçbir şey kazandırmayacağını biliyor ve bildirmek istiyor. Bir konuşmasında

“…insan Allah’a en çok secde ettiği zaman yakındır, tabii secde demek yatıp kalkmak demek değildir, bunu tavuklar da yapar” diyor. Ona göre asıl ibadet Allah’ı görür gibi yapılan ibadettir. Asıl secde, tapanla tapılanın birlendiği zamanki secdedir. “ Bir saat kendi yokluğunu düşünmek, bir sene kendi varlığında ibadetten daha üsttür,” diyor ve ilave ediyor: “İbret nazarıyla etrafına bakmak, işte bu da ibadettir.”

Ahlak anlayışından bir bölüm:

Kenan Rifai’nin ahlak anlayışını bir cümle ile ifade etmek istersen ona “Sevgi ahlakı” diyebiliriz.

Sevgi, namütenahi sevgi… yalnız insanlara karşı değil, hayvanlara ve eşyaya karşı da muhabbet ve hürmet doluydu. “Birbirinizi seviniz!” Kendisini en az tanıyanlar bile bu tavsiye ve temenniyi ondan kaç kereler duymuştur. Hangi şart altında olursa olsun ona, “Benden bir isteğiniz var mı?”diye sorduğunuz suale her zaman en mütevazi hatta mahçup edası ile verdiği cevap aynıdır, “Muhabbetini isterim.”

Bütün insanlardan bunu istiyordu. Cinsiyet, ırk, din, seviye, lisan farkı gözetmeden bütün insanları sevmek…Onun nazarında bir kralla bir bahçıvanın, bir hizmetkarlar bir hanımefendinin hakikaten farkı yoktu. Hepsini evvela insan oldukları için sever ve hürmet eder, insanlar arasındaki farkı servet, bilgi, cinsiyet ilh… farklarına göre değil, insani duyguları cihetiyle gözetirdi.

“Bakın, Allah için Rabbülalemindir, diyoruz. Rabbülmüslimin demiyoruz. Onun yapmadığı ayırmayı ben kul olarak nasıl yaparım?” sualini ondan her zaman işittik.

Hürmetlerimle…

Cahide

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]