Konu : Sadaka ve gönül kazanmaktaki sır.
Gönderen :
Siteden
Tarih :
5/26/2020 9:06:45 PM
.
İBRETLİK BİR OLAY
SADAKA ve GÖNÜL KAZANMAKTAKİ SIR
Onkolog Dr. Haluk Nurbaki hocamızın bir anısı... Yusufun hikayesi
İslâm Tasavvuf Tarihi’nde özellikle hastalık ve belaların infaklarla nasıl giderilebildiğine dair birçok öykü vardır. Bu öyküler insanları yeni infaklara teşvik etmek için anlatılmışlardır. Bunlardan birkaç tanesini okuyucularımıza aktarmak istiyorum. Bir tanesi takriben 100 yıl önce Diyarbakır’da yaşanmış bir olaydır:
Zengin bir ailenin Yusuf adlı bir çocuğu vardır. Bu çocuk 5-6 yaşlarındadır. Bir gün o mahalleye bir derviş gelir ve bu aile eski geleneksel terbiye icabı o bölgenin en zengini olduğu için dervişin bakımını üstlenir. Türk-İslâm geleneğine göre çok saygı gösterilen kimselere hizmetkârlar vasıtasıyla hizmet götürülmediğinden babası dervişin yemeklerini Yusuf’la gönderir. Kısa süre içinde dervişle Yusuf arasında sıcak bir dostluk kurulur. Derviş zenginin bu jestinden hoşlandığı için çocuğu her zaman dualarıyla ağırlar. Bir gün ona “Yusuf sana bir deve yapmamı ister misin?” der. Küçük çocuk pek sevinir. Bunun üstüne derviş ondan her gün kendisine cebine koydukları kuru yemişleri getirmesini, ancak bunu kimseye söylememesini ister. Bu uzun süre devam eder. Yusuf sabırsızlıkla devenin biteceği günü beklemektedir. Aradan 5-6 ay geçtikten sonra derviş çocuğa “Sadece gözleri kaldı, bana 2 badem getir yarın deven tamam” der. Ancak ertesi gün büyük bir sevinçle bademleri götüren Yusuf dervişin ölüsüyle karşılaşır. Ağlar, üzülür ve cenaze usulüne uygun olarak kaldırıldıktan sonra hadise unutulup gider. Aradan bir 10 sene geçer. Yusuf artık delikanlı olmuştur. Ne yazık ki “Şizofreni” dediğimiz gençlik bunaması hastalığına yakalanır. O zamanın şartları içinde Paris’e götürerek en iyi doktorlara muayene ettirirler ancak orada bile tıbbi açıdan bir şey yapılamayacağı cevabını alırlar. Yapılacak yardım onu ömrünün sonuna kadar bir hastaneye yatırarak bakımını sağlamaktan ibarettir. Fransa’daki doktorlar Yusuf’un babasına “Oğlunuzu İstanbul’daki bir akıl hastanesine yatırın ve en iyi şekilde bakılmasını sağlayın. Zaten en fazla 6 ay ömrü kaldı” derler. Zavallı baba çaresiz onların dediklerini uygular ve birkaç altın maaşla bir hademeyi Yusuf’un bakımı için görevlendirir. Delikanlı bütün şizofrenlerde olduğu gibi yemekleri bile üstüne başına dökmekte, üstünü soyunduğu halde farkına varmamakta ve kendisini koruyamamaktadır. Nitekim soğuk bir kış günü iyice üşüterek zatürreye yakalanır. O dönemde hastanelerde böyle ağırlaşan hastaların yere düşüp kötü bir manzara arz etmemeleri için yattıkları yer tahtalarla çevrelenirdi. Yusuf’un da ateşi 40-41′e yükselince ve tahminen ertesi gün öleceği hesaplanınca Diyarbakır’a babasına oğlunun öldüğünü bildiren bir telgraf çekilir. Çünkü nasılsa İstanbul’a o zamanki şartlara göre 3-4 gün içinde gelecektir. Dilerseniz bundan sonrasını 30 yıl önce dünyasını değiştirmiş olan Yusuf’un ağzından kendi işittiğim gibi size aktarayım:
“Şizofreni hastalığına tutulduğum safhaları hiç hatırlamıyorum. Yalnız bir anı hatırlıyorum ki çok sıcak bir çöldeyim ve güneş sanki beni yakmakta görevliymiş gibi kan ter içindeyim. Susuzluktan ve sıcaktan canımın çıkacağını hissettiğim ve güneşe elimi uzatacak hale geldiğim anda birdenbire ufukta bir deve ve bir insan göründü, içime bir ferahlık doğdu. Yaklaştıklarında bir de baktım ki benim çocuk yaşta hizmet ettiğim derviş babaymış gelen. Beni kaldırdı ve “işte sana vaadettiğim deveyi yaptım” dedi. Üzerine bindim. Gözümü açtığımda hastanede çevresi tahtalarla çevrili bir yatakta yatıyordum ve herkes bana hortlak görmüş gibi bakıyordu. Bir yıldan fazla zaman boyunca mantıklı tek cümle konuşamayan ben “Diyarbakırlı filan efendinin oğluyum, ismim Yusuf” deyince hastanenin bütün hekimleri hayretler içinde kaldı. O zaman anladım ki derviş baba bana küçük yaşta deve hazırlama bahanesiyle infak yaptırıyordu. Babama haber vermememi istemesindeki amacı da buydu. Babam duyarsa çuvalla gönderecekti ama ben infak etmiş olmayacaktım. Hâlbuki derviş baba benim kader çizgimi gördü ve 20 yaşımda ağır bir hastalıkla bu dünyadan göçeceğimi anlayınca babamın ona gösterdiği saygıya mükâfat olarak bu iyiliği yaptı. Cenab-ı Hak’kın kaderi değişmez ama infak edersen değişir. O günden bugüne kadar bir defa bile doktora gitmeden hayatımı devam ettirdim.” Ben Yusuf’u tanıdığımda 80 yaşındaydı.
İnfakın hikmeti
Bu öykü gerçekten tasavvuf hikmeti içinde infakın ne kadar güzel bir ibadet olduğunu ve kaderin sert çizgilerine bile etki edebileceğini zarif şekilde ortaya koymaktadır, insanların ensesinde dünyanın bin türlü kaza ve belası beklemektedir. Bu sebeple bütün kötülüklerden uzak durmak için infaka sıkı sıkı sarılmamız şarttır, İslamın felsefesi kesinlikle budur. Öte yandan infakın insan sağlığı üstünde de büyük etkisi vardır. Tecrübe etmeyenler etsinler. İnsanın üstüne bir kâbus gibi oturan stres normal şartlarda bir türlü uzaklaşmak bilmez. Siz kaçmak istedikçe o peşinizden gelir. Ancak infak edenler kesinlikle stresten sıyrılırlar. Demek ki infakın kötü kaderi değiştiren, kötülükleri uzaklaştıran etkilerinin yanısıra stresi yumuşatan bir yönü daha vardır. Çünkü rahatlığı ise ancak bir başka insanın gönlünü kazanmakla kazanılabilir. Bundan dolayı Türk-İslâm geleneğinde gönül kazanmak bir numaralı ibadet sayılmıştır.
Gönül kazanmak kitabımızın başında belirttiğimiz gibi ancak infakın çeşitli yanlarıyla bilinmesine bağlıdır. Yani bu durumda infakı güler yüzden, tatlı dilden, teselli etmekten, acı paylaşmaktan tutun da maddi manevi her türlü kolaylığı insanlara götürmek şeklinde yorumlamak gerekir, ibadet baştan savma yapılmaz. Söz gelişi bir 50 lirayı bir dilencinin önüne atıp infak yaptığımızı iddia etmek gülünç olur. Bu ibadeti nezaket, terbiye, saygınlık ve neşe çerçevesinde yapmalıyız ki gerçekten gönül kazanabilelim. Özellikle maddi ibadet yaparken gönül kazanamıyorsak yazık olur. Astında maddi bir fedakârlık yapan, Allah’ın verdiği nimetleri her ne şekilde olursa olsun bir başkasıyla paylaşan insan belli bir sevap kazanır. Ama infakın asıl amacı gönül kazanmaktır. Bu sebeple infak ancak gönüle yönelik bir ibadet şekli olduğundan hiçbir zaman sahte olmaz. Bir insan namazı gösteriş için kılabilir ama infak gösteriş için yapılamaz. Çünkü insanın aklını çelebilirsiniz, beynini yıkayabilirsiniz, onu her türlü şartlar içinde aldatabilirsiniz ama gönülleri sahte bir duyguyla kazanamazsınız. Binaenaleyh paylaşma ve yardımlaşmayı gönül kazanma şekline getirebilmemiz için bu işe mutlaka insanlık sevgisiyle başlamamız lâzım. Bu durumda zaten karşımızdakinin gönlü otomatikman bize yönelir, bunun uzantısı olarak da bizim gönlümüzdeki stres yok olur. Beş tane gönül kazanırsanız gönlünüzde hiç gam kalmaz ve dolayısıyla sağlığınızı baştan zaptetmiş olursunuz.
Sıkıntı ve gerilimlerin insan yaşamında ne kadar ağır ve ciddi sorunlar yarattığı bugün aşikârdır. Psikosomatik yani ruhsal etkili maddesel hastalıklar üzerine cilt cilt kitaplar yazılmıştır, işte bütün bunları kökünden halletmek sadece gönül kazanmaktan ibarettir. Hâlbuki çoğumuz maddi düşünce çerçevesinden sıyrılıp maneviyata dalamıyor ve manevi fedakârlıklar yapamıyoruz ne yazık ki. Eğer önemini idrak edebilsek en azından kendi sağlığımızı korumak ve kaderimizdeki kötü çizgileri silmek için infaka sarılırız. Cenab-ı Hak muhtelif ayetlerinde “Yaptığınız infaklar ne şekilde olursa olsun ilk yatırım kendinizedir” mesajını vermektedir. Tasavvufî düşünceye göre de “Yapılan infaklar Allah’la bir alışveriştir ve Allah’la yapılan alışveriş daima kârlıdır. Çünkü Allah bir aldığını binlerce kat fazlasıyla verir.” Bir kimse gönül aldığı anda Cenab-ı Hak’ın o kuluna nasip ettiği nimetler o kadar çoktur ki bu eskiden beri “Allah bire on verir” ayet-i kerîmesiyle ifade edilmektedir. Ama buradaki bire 10 oranını gerçek ölçüleri içinde değerlendirmemek gerekir. Siz 1 lira mı verdiniz, Allah size paranızın karşılığını defalarca verdiği gibi sağlıklı iyi bir ahiret, iyi dostlar ve aklınıza gelen her türlü nimeti de verecektir.
En büyük ilaç
Bugün toplumumuzun en çirkin hastalıklarından bir tanesi birbirimize karşı düşmanca bakışlarımızdır. İnfak bu düşmanca bakışları yok eden en büyük ilaçtır. Güleryüzlü davranan ve herkesin yardımına koşan bir Müslüman olsak her türlü meseleyi hallederiz. Ama ne yazık ki biz şekilci bir düşüncenin ışığında, İslâmiyet’e yaklaşıyoruz ve ondan dolayı da kavgalarımız bitmiyor. Hâlbuki imanın olduğu yerde kavga olmaz. Çünkü imanın olduğu yerde infak vardır, infakın olduğu yerde namaz vardır. Bir insan Allah’ın huzuruna çıkıp O’ndan kedisini güzel yollara sevketmesini dilerse ve her gün yeni bir gönül alırsa o toplumda hiçbir huzursuzluk olmaz. Hele ırk ve mezhep kavgaları gündeme bile gelmez. Niçin mezhep kavgası yapıyorsunuz? Kim hangi İslâm büyüğünü daha çok severse sevsin. Mezhep kavgası yapmaktaki amacınız kendinizi daha iyi bir Müslüman haline getirmekse tarifimizi kitabımızın başında verdik. İyi Müslüman en iyi infak edendir. Ne yazık ki İslâmiyet’i mezhep kavgası içine sürükleyip infakı gözardı eden, üç kuruş sadaka vererek Müslüman olunacağını zanneden birtakım din öğreticileri çıkmış ve İslâm dünyasını bugünkü perişan durumuna, sokmuşlardır.
Kısaca özetlemek gerekirse İslâm dünyası kuralları yanlış ve saptırılmış şekilde nakleden insanların değil de Kur’an-ı Kerim ve Efendimizin emirlerinin peşine düşerse bütün meseleler kökünden çözümlenecektir. Efendimizin zamanında yaşayan ve “Eshâb–ı Güzin” diye adlandırılan bütün müminler hayatları boyunca her şeylerini vermişler ve bu dünyayı terk ederken hiçbir şey bırakmamakla iftihar etmişlerdir. Onlara benzemeyi bırakıp sadece basit kurallarıyla İslâmiyet’i uygulamaya kalkmamız gülünç olur. Dileğimiz bütün Müslüman kardeşlerimizin infak meselesini iyice kavramaları ve İslâm inancının toplumumuzda yerleşmesine sebep olmalarıdır. Bunun için de ilk önce şekilcilikten uzaklaşmak şarttır.
• Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki, Günaydın Gazetesi Ekleri, İslamda Paylaşma kitapçığından alınmıştır.
|