Konu : Bir Hak aşığı nasıl yetişti, nasıl yetiştirildi?
Gönderen :
Sabri Babadan Mesaj
Tarih :
6/10/2020 2:10:16 PM
.
BİR HAK AŞIĞI ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. NASIL YETİŞTİ, NASIL YETİŞTİRİLDİ
İbrahim Hakkı henüz çocukken tevhidin ışıklı yoluna götürecek bir insan arıyordu. Her şeyi birlediği zaman, bütün müşküllerin çözüleceğini, bütün soruların cevaplanacağını, karanlıkların ışık içinde kalacağını, neşe-i Muhammediyeye kavuşacağını biliyordu, hissediyordu. Çünkü bu her gerçek müslümanın yolu idi. Çünkü bu Hazreti Muhammed’in yolu idi. İnsanın kendi kendisiyle barış ve biliş tutması, insanın diğer insanlarla barış ve biliş tutması... İnsanın Allah’la barış ve biliş tutması. İnsanoğlu bunun için yeryüzüne gönderilmişti, yaşamamızın, varoluşumuzun amacı bu idi. Bu üçlü düstur, insanın hayatını mânâlandıran, ona renk, ışık ve güzellik veren, onun dünyasını ve âhiretini cennete çeviren en güzel hedefti.
Böyle bir arayış ateşiyle yanıyordu Osman Efendi. Sanki ezel ve ebed bir olmuş, onu bu arayışa sürüklüyordu. Aradığını bulamazsa, bu ateşin onu yakacağını idrâk ediyordu. Tarifsiz bir yalnızlık içinde, kâinat ne kadar büyük, ben ne kadar küçüğüm diye ağladığı oluyordu. Bazen sessizliğin içinde yok olduğunu, eridiğini hissediyordu. İçinde hiç kimseyle paylaşamadığı büyük bir sır, bir emânet taşıyordu. Onun için sönmeyen bir ateş, bir yangın gibiydi iç âlemi. Orada, en derin yerinde, küçük omuzlarının çekemeyeceği büyük bir aşk taşıyor, bazen onun büyüklüğünden, yüceliğinden korktuğu, ürperdiği oluyordu. Tarife sığmaz bir arayış içindeydi. Belki kendini arıyordu. Belki Yunus gibi,
Beni bende demen, bu ben değilim
Bir ben vardır bende, benden içeri
Süleyman kuş dilin bilir demişler
Süleyman var Süleymandan içeri
diyordu. Kendini ikilikten tevhide ulaştıracak bir yol göstericiye ne kadar muhtaçtı. Onun özlemini nasıl bağrında duyuyor, bir kor gibi nasıl taşıyordu. Evet önce ikilikten geçmek gerekiyordu. Öz olana, asıl olana ulaşmalıydı. Tevhide ulaşmadıktan sonra, öğrenilenler bir yükten başka neydi ki? İşte Osman Efendiye bir ezel sırrı gibi malûm olmuştu. Aradığı insan Siirt’in Tillo köyündeki İsmail Fakirullah’tı. Gitti, görüştü ve insanlık tarihinde nadir görülen bir aşkla, muhabbetle, ona bağlandı. Hizmetine girdi. Feyz aldı. Gün günden karanlıklar dağılıyor, yerini ışığa bırakıyordu. Hüznün ve ıstırabın yerini cıvıl cıvıl bir neş’e alıyordu.
Yavaş yavaş olgunlaştığını, eksiklerinin tamamlandığını hissediyordu. Büyük Yunus,
Aşk gelicek cümle eksikler biter,
dememiş miydi?
İşte bu sıralarda Hanife Hanım vefat etti. Küçük İbrahim Hakkı yedi yaşında öksüz kaldı. Vefatına kadar, içindeki olanca erdemleri, güzellikleri oğluna aşıladı ve mübarek kadın, babasının yokluğunu İbrahim Hakkı’ya hissettirmemeye çalıştı. Bildiği ve inandığı bütün gerçekleri küçük yavrusuna hikâyelerle, masal ve kıssalarla vermeye çalıştı. En derin meseleleri, bir özsu gibi verdi oğluna. Onu daha çok küçük yaştan itibaren, efendi, zarif, kibar, ince, dikkatli ve çok saygılı bir kimse olarak görmeye başladı. İlmihal, tecvid öğretti ona; çok küçük yaşında rahatça Kur’an-ı Kerim okuyabiliyordu. Sonra hıfza başlandı. Hanife Hanımın, küçük İbrahim Hakkı’nın eğitiminde uyguladığı yöntem, sadece söz ve nasihat yoluyla telkin ve tembihlerden ibaret değildi. Hanife Hanım oğluna vermek istediği bilgileri ve örnek davranışları çocuğa sözlü bir telkinde bulunmadan, onun görüp fark edebileceği bir şekilde bizzat kendisi yaşıyordu. Yoksa en güzel eğitim metodu bu mu idi? Sözle nasihat vermek kolaydı. Basitti. Önemli olan fiili ile örnek olmaktı. İnsanlar tarih boyunca, sözü, dili ile değil, bizzat söylediklerini yaşayan, fiili ile örnek olan insanlara itibar etmişler, onlara uymuşlardı.
Hanife Hanım, o kadar dikkat ve itina ile oğlunu yetiştiriyordu ki, eğer bir hareket fark edilmemiş ise aynı hareketi fark ettirinceye kadar, ama aynı zamanda onun bıkıp usanmasına da imkân bırakmadan, zaman zaman tekrarlıyor, böylece çocuğun örnek davranışları, doğru bilgileri, edebi, inceliği, zarafeti telkinle değil, idrâkle öğrenmesini sağlıyordu. O zamanlar babalar sevgilerini, anneler şefkatlerini yalnız kendi çocuklarına hasretmezlerdi. Evde çocuklarına nasıl davranır, onların neler öğrenmelerini isterlerse, mahallede, sokakta diğer çocuklara da aynı sevgiyi, şefkati gösterirler, onların da kendi çocukları gibi yetişmeleri için ellerinden geleni yaparlardı.
O zamanlar hayat, aile ve insan şimdiki gibi parçalanmamıştı. Devlet ve millet elele müşterek değerleri yaşıyorlar, o değerlere zerre kadar halel gelmemesi için gereken bütün dikkati gösteriyorlardı. Hayat, insanlar, aileler, komşular bir bütün olarak kabul ediliyordu. Bir bozukluk, bir ayarsızlık oldu mu, şimdiki çağdaş geçinen insanlar gibi ukalâ ukalâ, “Efendim, bu onların sorunu” deyip geçmiyorlardı. Şimdiki boş vericiliğin, bana neciliğin, özgürlüğün, azgınlığın yerinde o zamanlar efendilik, incelik, zarafet, edep, sevgi ve saygı vardı. İnsanlar birisine faydalı olmak için çırpınırlardı. Bir evde helva pişti mi belki kokmuştur diye, ufacık tabaklarla diğer komşulara da tattırılırdı. Ölüm, hastalık ve sıkıntılı zamanlarda acılar paylaşılırdı. Neşeli, mutlu zamanlarda o güzelliği bütün komşular yaşarlardı. İnsan kelimesi “üns” kökünden geliyordu. Ünsiyet paylaşmak, ortak olmak, birliktelik, görüşmek, kaynaşmak, yakınlık anlamlarını kapsıyordu. Ünsiyetten kesilen aynı zamanda insanlıktan da uzaklaşıyordu. İnsanoğlu birlikte, beraber olduğu zaman, beraber bir güzelliği yaşadığı, paylaştığı zaman bir anlam kazanıyordu.
Onun için küçük İbrahim Hakkı, hem aile, hem toplum yönünden, bedenen ve ruhen sağlıklı yetişiyordu. Öyle temiz, nezih, güzel bir ortamda büyüyordu. Hem büyüyor, hem gelişiyordu. Annesi, amcaları diğer akrabaları ve bütün Hasankaleliler onun yetişmesinde kendi üzerlerine düşeni yapıyorlardı. O da, dokuz yaşına kadar baba kontrolünden uzak yaşamasına rağmen, en ufak bir olumsuz düşünce ve davranışa sahip olmamıştı. Bilâkis, akran ve arkadaşlarından daha zeki, daha uyanıktı. Herkesin saygısını, sevgisini kazanıyordu. En büyük zevki öğrendiklerini arkadaşlarına anlatması idi. Öyle uyanık, öyle gayretli idi ki, çevresinde ne kadar bilgili insan varsa, hepsinden bir şey öğrenebilmek için adeta çırpınıyordu. Bilgisi arttıkça, daha yeni şeyler öğrenmek istiyordu. Gecesini gündüzüne katarak ufkunu genişletiyordu. Böylece çok çeşitli alanlarda bilgi sahibi oluyor, istikbalin en büyük, en güzel insanlarından birinin derûnî hayatı, için için oluşuyordu.
Bir gün geldi ki, çevre onu tatmin etmemeye başladı. Tahsilini devam ettirebilmek için başka şehirlere gidip, daha büyük hocalardan ders alması elzem hale geldi. Bunun da bir an önce gerçekleşmesi gerekiyordu. Bir süre sonra, İbrahim Hakkı amcasına, Hasankale’den ayrılmak, babasının yanında ve himayesinde kalmak, onun bağlı olduğu zattan feyz alabilmek için yola çıkmaları gerektiğini söyledi. Amca yeğen beraberce Tillo’ya gittiler. Derviş Osman Efendi büyük bir sevinç ve heyecanla oğlunu bağrına bastı. Sonra baba oğul, aynı kaynaktan feyz alıp, aynı derslere iştirak ederek maddî-manevî eğitim görmeye ve beraberce mânâ yolunda ilerlemeye başladılar. Kısa bir süre sonra gördü ki, Osman Efendinin oğluna verecek fazla bir şeyi yoktu. Onu İsmail Fakirullah Hazretlerinin huzuruna çıkarmak, durumunu anlatmak istiyor, ama edep dışı bir harekette bulunurum diye çekiniyordu. Bir türlü karar veremiyordu. Bir gün İbrahim Hakkı, hazretin huzuruna çıktı ve “ey bana ruhum kadar yakın olan efendim, sana selâm olsun” diyerek söze başlayınca her şey değişti. Büyük ilgi ve yakınlık gördü. Fakirullah Hazretleri İbrahim Hakkı’yı himayesine aldı. Eğitimi ile bizzat kendisi meşgul olmaya başladı.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri asıl meselenin, insanın evrendeki âhenge kalbini açamayışından; kendi zan ve şüpheleri, önyargıları ile hareket ederek her gün biraz daha gerçeklerden uzaklaşmasında olduğunu görmüştü. İnsanoğlu hayatın gerçek anlamını göremiyor, sezemiyor, hissedemiyor, sahip olduğu nice zenginliklerin, servetlerin farkına varamıyor, evrendeki âhenkte yerini alamıyordu. Bu yerini alamama durumu, onu zamanla sıkıntılı, bunalımlı, yalnız bir insan yapıyor, kalbi hüzünle doluyordu. Hayatla, doğa ile insanlarla arasındaki uçurum gün geçtikçe büyüyordu. Issız bir vâdide kendini terkedilmiş görüyordu. Hiçbir mevki, makam, para, pul, zevk, sefa, eğlence bu boşluğu dolduramıyordu. Çünkü hiçbir şey göründüğü gibi değildi. İnsanoğlu yanlışı hep diğer insanlarda arıyordu. O önyargılarla, o gözü kör, kulağı sağır eden ahkâm kesmelerle yanlışı hep başkalarında arıyordu, kendini sütten çıkmış ak kaşık zannediyordu. Sanki mecelledeki “Zan ile yakîyn hasıl olmaz” hükmüne zıt hareket etmek için elinden geleni yapıyordu. Oysa, sebeplerin gerisindeki gaybî gerçeklere nazar edebilecek derin bir tefekkür anlayışına sahip olabilse, olaylar karşısındaki üzüntülerden kendisini kolayca kurtaracaktı. Üzüntülerin, korku ve endişelerin, vehim ve kuruntu işi olduğunu görecekti. Şeytanın bir adı da “vesvese verici” değil miydi? Allah’a ve Resûlüne aşkla, tam bir teslimiyetle bağlananlarda ne gam ne kasavet kalıyordu. Büyük Yunus, “cümle yerde Hak hazır, göz gerektir göresi” dememiş miydi? Onlar için “korku ve hüzün de” kalmıyordu.
Bir insana yapılabilecek en güzel telkin, ona verilmek istenen fikirlerin zaruri bir ihtiyaç olduğunu hissettirmek ve gerçeği bizzat onun arayıp bulmasını beklemekti. İsmail Fakirullah Hazretleri de İbrahim Hakkı’da bu fitrî ihtiyacın tezâhürünü beklemişti. Artık bu genç öğrenci de, öğrendiği her bilgi ve yaşadığı her hâli, aynı zamanda insanlık için de bilinmesi ve yaşanması zaruri hâl ve bilgi olarak görüyordu. Bu çalışmalar onu her gün biraz daha tevhidi düşünceye götürüyordu.
Genç öğrenci çevresine bakıyor, düşünüyor, bir konu onu çok meşgul ediyordu. Bir yanda medrese, bir yanda tekke vardı. İkisinin de amacı insanı yetiştirmek, tekâmül ettirmek, ebedî saadete götürmekti. Ama neden birini tercih eden, diğeriyle pek ilgilenemiyordu? Neden ilgilenmemek gerektiği yaygın bir kanâat haline gelmişti? Bu tevhide aykırı değil miydi? İnsan ruh ve bedeni ile, zâhiri ve bâtını ile, madde ve mânâsı ile bir bütün değil miydi? Kâinatın Efendisinin yolu tevhid yolu değil miydi? Onu parçalamak, birini tutup diğerine cephe almak kime ne kazandıracaktı; bu yolu tutanların gerek fert olarak gerek toplum olarak halleri ortada değil miydi?
İnsan, varlıkların en mükemmeli olduğundan, medreseden de tekkeden de istifâde edip neden en güzel şekilde kendini yetiştirmeye, tevhidin yolunda dünyasını da âhiretini de cennet haline getirmeye çalışmıyordu? Nasıl etle kemik birbirinden ayrılmazsa, geceyle gündüz birbirini tamamlıyorsa, aynı şekilde madde ilimleri ile manevî ilimler de birleşmeli, elele vermeli, insanı huzura, mutluluğa, sağlığa, başarıya götürmeliydi. İnsanoğlu yerdeki kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar bütün varlığı, insanıyla, hayvanıyla, nebatıyla, cemâdatıyla aşkla heyecanla kucaklamalıydı. “Sevmek devam eden en güzel huyum” demeliydi. “Sevdiğimi demez isem sevgi derdi boğar beni” demeliydi.
Bu sorular İbrahim Hakkı’nın beynini mütemadiyen meşgul ediyordu. Gerçeği, insanın gerçeğini, tevhidi bozduğumuz, parçaladığımız zaman hayat da bize gülmeyecekti. Tarih buna şahitti. Bundan sonra da şahit olacaktı. Huzur, mutluluk ve güzellik, bir bütündü, bir kompozisyondu. Kâinatın gelmiş geçmiş ve gelecek en büyük insanı, “Dünya, âhiretin tarlasıdır” dememiş miydi? Psikosomatik denilen bilim dalında içle dış, vücutla ruh arasındaki ilişki bütün nüanslarıyla inceleniyordu. Bu iki varlığı tevhit etmek varken, onları ayırmak, hatta birbirine hasım iki duruma getirmek, insana kıymak, hayata ihanet değil miydi? Buna hakkımız var mıydı?
İbrahim Hakkı, bu sentezi yeniden kurabilmek için olanca gücüyle çalıştı. En büyük aşkı, en büyük heyecanı tevhid yolunda insanları bir bütünlüğe, bir güzelliğe götürmekti. Çünkü fert ve toplum olarak, geleceğimizin teminatını, huzurunu, mutluluğunu, başarısını bu terkipte görüyordu. Bazı peşin hükümlü kimselerin buna karşı çıkacağını biliyor, hissediyordu. Ama ne olursa olsun, başka çıkar yol yoktu. Bu konuyu Fakirullah Hazretlerine açtı. Destek gördü hocasından. O da bu zarurete inanıyordu. Öğrencisini bunu gerçekleştirecek kâbiliyet, cesaret ve liyâkatte görüyordu. Bu suretle insanların aklî güçleri ile gönül zenginlikleri birleşecek, insan yalnız aklen ikna veya kalben tatmin olma yollarından birini seçmeyecek, aynı anda iki lüzumlu hali birden yaşayarak tevhide, o büyük, o yüce, o güzel senteze ulaşacaktı. Ayrıntı değil bütün, parça değil tam ortaya çıkacaktı. Zan denilen gaflet uçurumundan ancak böyle kurtulabilecektik. Başımıza ne gelmişse, ne geliyorsa, hep tevhidî düşünceden uzak kalmaktan gelmiyor muydu? O halde yapılacak iş kendiliğinden ortaya çıkıyordu. İbrahim Hakkı önce kendi şahsında tevhidi yaşamış, maddî ve manevî ilimleri beraber öğrenmenin insana kazandıracağı ilmî ve mânevî seviyeyi açıkça görmüştü. O meseleyi sadece ferdî olarak görmüyor, toplumun içine düştüğü maddî-mânevî buhrandan ancak bu tevhidî düşünce ile çıkabileceğine bütün kalbiyle inanıyordu.
O zamanlar Osmanlı Devletinin eski itibârı yavaş yavaş gölgeleniyordu. Değerli insan yetiştirme gücü gittikçe kayboluyordu. İç karışıklıklar başlamıştı. Düşmanlar işin farkındaydı. Sınır ihlâlleri ile, bazen alenî saldırılarla devleti zor duruma düşürmeye çalışıyorlardı. Fransa Kralına, “sen ki Françe vilâyetinin valisi Françesko’sun” diyen insanların torunlarına şimdi şikâyet, sızlanma, acılara tahammül kalıyordu. Avrupa devletlerinin ilim, teknik alanlarında gösterdiği gelişmeler, yetişmiş insana duyulan ihtiyacı daha da artırıyordu. Gerçek mânâda insanların yetişebilmeleri için hem din ilimlerini hem de fen ilimlerini aynı zamanda onlara öğretmek gerekiyordu. Tek başına ne medrese, ne tekke bu tevhîde gidemiyorlardı. Gidemedikleri için de sentezden, tevhidî düşünceden her gün biraz daha uzaklaşıyorlardı. Bu lüzumu ilk hissedenlerden biri olan İbrahim Hakkı, çevresinde toplanan öğrencilerine bu tarz öğrenimi uygulamaya başlayınca, böyle bir kitabın henüz yazılamadığını gördü. Önce yapılması gereken, bütün maddî-manevî ilimleri toplayacak mükemmel bir ders kitabının hazırlanması olacaktı. Mârifetnâmenin yazılmasına sıra gelmişti. Zaten yıllardır toplanan bilgi ve dokümanlar değerlendirilmek için sıra bekliyorlardı. En büyük amaç, ilmî izahlarla aklı tatmin, tasavvufî telkinlerle kalbi doyurmaktı. İnsanlık yüzyıllarca kalbi ve kafayı zıt, düşman gibi, akla kara gibi görmüş, onları hasım haline getirmişti. Bazen akıl adına gönül, bazen gönül adına akıl yok edilmek, ezilmek, çiğnenmek istenmişti. İstenmişti de ne sonuç alınmıştı... Sıkıntı, bunalım, huzursuzluk, stres, kavgalar, harpler hep kalp ve kafa arasında bir güzel, bir hoş, uyum ve denge sağlayamamaktan doğmuyor muydu? İnsanın kendine yapacağı en büyük kötülük ve ihânet, kalbi ile kafası arasına fesat sokmak değil miydi? Sağlıklı bir insanda, hem kalp, hem beyin sağlıklı, yerli yerinde görevlerini yapıyorlardı. Onları birbirine karşı getirmek, birbiri ile vuruşturmak, insanları da, aileleri de, toplumları da perişanlığa götürüyordu. Bunun en güzel sentezini insanlık âlemi, Resûlullah Efendimizin müstesna, erişilmez şahsında görmüştü. Tevhidin ışığı ile nice insanlara, nice toplumlara sulh, sükûn, aydınlık, güzellik gelmişti. İslâm, denge demekti. Çünkü insanı bir bütün, bir kompozisyon olarak ele alıyordu; iç ve dış hayatı ile, ekonomisi ile, estetiği ile, insanlar arası ilişkileri ile... Sonra o tevhid nûrundan uzaklaştıkça her şey birbirine karışıyor, her şey bir kaos manzarasına bürünüyordu. O halde yapılacak iş bütün vuzuhu ile ortadaydı. Tekrar ilâhi tevhidin yoluna girebilmek, tekrar o ışık ile kalpleri aydınlatmak ve huzura kavuşturmaktı. “Kâinat ilmi beden ilmine yardımcı olduğu gibi, beden ilmi de kalp ilmine yardımcı ve yol göstericidir” sözleri ile İbrahim Hakkı, insanı, cemiyeti, hayatı ve kâinatı bir bütün halinde kucaklamak istiyordu. İnsan Allah’ın eseri olan tabiatı ne kadar iyi anlarsa Allah’ı da o kadar iyi anlamış olacaktı.
Dünyanın küre biçiminde olduğunu müşahede etmişti. Âlemin her ne tarafına bakılırsa, şekli küre görünür. Yerde ve gökte müşahede olunan bütün şekiller yuvarlaktır. Bütün âlem birbirini kuşatmış, birbirine dokunan küreler halindedir ki, bir iğne atacak kadar boş yer yoktur. Yani cisimleri meydana getiren atomlardan yıldız kütlelerine kadar, kâinatta küre şeklinin hakim olduğunu anlatıyordu. İbrahim Hakkı’nın bu görüşü daha sonra Einstein tarafından matematik yoluyla ispat edildi. Cezanne, estetikte bu görüşe uyarak san’atını inşâ etti. İbrahim Hakkı, memleketinin ve bütün insanların ihtiyacı olduğuna inandığı eserine başlamıştı. Çünkü tevhitten uzaklaşan, böylece de huzur ve dengelerini kaybeden, yere sağlam basamayan insanlar onu mustarip ediyordu. Ya ilmin zâhirine saplanarak şüpheler içinde ömür sürmek, ya da tasavvufî cezbe ile meşgul olarak zamanın gidişine, ilimlerin ilerlemesine ayak uyduramamak, onda gelecek için endişeler uyandırıyordu.
1736 yılında otuz üç yaşında iken Firdevs isimli bir hanımla evlendi. Bu evlilikten İsmail Fehim ve Ahmet Naim dünyaya geldi. 1737 yılında hacca gitti. Orada birçok tanınmış âlim ve mutasavvıfla sohbet etti. Çok feyizli ve bereketli oldu. Ufku daha çok genişledi. Bu seyahatten döner dönmez, o zamana kadar yaşamış olan İslâm bilgin, şair ve gönül sultanlarının eserlerinden seçmeler yaparak Lübbü'l-Kütüp isimli yedi ciltlik büyük bir eser hazırladı. Bu eserde, ilim ve tasavvuf, akıl ve gönül, zâhir ve bâtın, dünya ve âhiret, madde ve mânâ en güzel sentezini buluyor, birbirini tamamlıyor, ortaya tevhidin nur dolu, güzellik dolu, huzur dolu ışıkları yayılıyordu. Ben bu eseri Mârifetnameye doğru atılmış bir adım olarak gördüm, tespit ettim.
Bu arada İbrahim Hakkı ismi dertliler, sıkıntılılar, hastalar, umutsuzlar için bir teselli kapısı oluyordu. Etrafında toplanan insanların maddî, manevî dertlerini dindiriyor, ıstıraplarına çare oluyordu. “Ulu Efe” diyorlardı ona... Bu Erzurum’da çok sevilen, çok sayılan insanlara verilen bir sıfattı. İbrahim Hakkı çevreden gösterilen ilgiye, sevgiye, saygıya daha çok lâyık olabilmek için daha çok gayret gösteriyor, daha çok çalışıyordu. Her gün biraz daha fazla gözler üzerinde toplanıyordu. Hem halkın artan rağbet ve tecessüsünden uzaklaşmak, hem de büyük kütüphanelerinde incelemeler yapmak için 1747 yılında İstanbul’a gitti. Çok ilgi gördü. Büyük bir sevgi ve saygıyla karşılandı. Zamanın Padişahı 1. Mahmut saraya davet etti. Büyük yakınlık gösterdi. Gerek medreseler, gerek tekkeler onu paylaşamıyorlardı. Mensuplarının faydalanması, feyiz almaları için davet ediyorlardı. Sarayın kütüphanesi kendisine açılmıştı. Her vesile ile gidiyor, kitaplar okuyor, notlar alıyordu. Mârifetnâmeye başlayabilmek için Padişahtan müsaade aldı ve Erzurum’a gitti. Artık Mârifetnâmenin kaleme alınma zamanı gelmişti. Başladı, istiyordu ki eserinde her insan kendini ilgilendirecek bir şeyler görebilsin, kalbini ve kafasını meşgul eden sorulara cevaplar bulabilsin. Biliyordu ki, eserler ancak insanların duygularına ve düşüncelerine hitap edebildikleri ölçüde kabul edilecek, tasvip göreceklerdi. Kitap hem yeni kuşaklar tarafından heyecanla okunabilmeli, hem de kendini yetiştirmek isteyen, çok yönlü bir kültürle olgunlaşmak isteyenlere yararlı olmalıydı. Yani İbrahim Hakkı insanın, insan gerçeğinin bilinmesini istiyordu. İnsanı insana anlatmayı amaçlıyordu. Hem zamanın, hem geleceğin ihtiyaçlarına cevap verebilmeliydi. Nasıl bir Yunus, bir Mevlânâ, yüzyılları aşıp, insana, onun ebedî ve ezelî gerçeklerine cevap verebilmiş, onların hem aklını hem gönüllerini doyurabilmiş ise, Mârifetnâme’de de aynı metod uygulanmalıydı. Okuyanların yaşı, cinsiyeti, ekonomik durumu, sosyal statüsü ne olursa olsun, her okuyan bir müşkülünü halledebilmeliydi. İçindeki bir düğümü çözebilmeliydi.
Yunus’un:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
sözlerine hayranlık duyuyordu. İnsanın yapacağı en güzel, en muhteşem yolculuk kendinden kendine olmayacak mıydı? İnsana, insanın ve kâinatın yaratılışının hikmetlerini düşündürüp, ne için dünyaya geldiğinin, ne yapması gerektiğinin, varoluşunun derin nedenlerinin neler olduğunun bilincine varmasını istiyordu okurlarının. Kitabın asıl amacı bu olmalıydı. Nereden gelip, nereye gittiğinin farkında olmayan bir kimse kim olursa olsun, velev ki deve yükü kitap yazmış bile olsa, acaba beşeri kültürden nasibi ne olabilirdi? İbrahim Hakkı, kitabında âlemden Âdeme gelmek istiyordu. Zamanın şartlarını hesaba katarak ilmi daima göz önünde bulundurdu. Tasavvufla ilmi birleştirdi. Ruh ile beden gibi, madde ve mânâ gibi, paranın yazısı ve turası gibi onlar birbirini tamamlıyordu. İnsanlar onları ayırdığı ölçüde tevhit çizgisinden uzaklaşıyorlardı. Öyle bir kitap olmalıydı ki Mârifetnâme, her meslek, her meşreb ve her yaratılıştaki insan ondan yaralanabilmeli, karanlıklarına ışık tutabilmeliydi. İlme en büyük yeri ve değeri Resûlullah Efendimiz vermemiş miydi? O halde bu yoldan gitmemek için bir sebep var mıydı? “İlim Çin’de bile olsa arayınız”. “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.” “İlim öğrenmek kadın erkek her müslümana farzdır” diyen en büyük, en güzel, en yüce insana bağlılığımızı, aşkımızı göstermenin bir yolu da yaşadığımız sürece, son nefesimize kadar ilim tahsili değil miydi? İşte İbrahim Hakkı’nın ilk çıkış noktası bu oldu. Kâinatın, dünyanın ve insanın yaratılışının sebep ve neticelerini, felsefe ile değil, düşünce ve ideolojilerle değil, İslâmî gerçeklerle açıkladı. Çağının en yeni ilmî buluşları ile İslâm tasavvufu arasında nefis bir senteze ulaştı. İbrahim Hakkı, kâinatın teşekkülü insanda nihayet bulmuştur, diyordu. Çünkü insan cihan ağacının meyvesidir. Hepsinden sonra ortaya çıkması gerekirdi. Yaratılışının gâyesini bilmeden yaşanacak hayatın, insana hiçbir fayda getirmeyeceği inancında idi.
Allah bütün cihanı insan için, insanı da kendi yüce varlığının bilinmesi için yaratmıştır. İnsanın bilinmesi, nefsimizin bilinmesine bağlıdır. Nefsimizi bilmek de beden yapımızı bilmeye bağlıdır. O da Âdemi bilmeye, bu da ilimleri bilmeye bağlıdır, dedikten sonra İbrahim Hakkı, dinin de, ilmin de insanın kendisini bilip, Allah’ı tanıması için yaratıldığına işaret ediyordu. Mârifetnâme’yi yazarken, irşâd ve sohbet faaliyetleri sırasında, kitabın konularını her düzeydeki insana açıyor, onların üzerindeki etkilerini tespit ediyor, böylelikle herkesin her zaman okuyup istifade edebileceği bir eser ortaya çıkıyordu. İnsan aklının hayatın gerçek yönünü iyice idrâk edebilmesi için, kâinatın nizâmının, işleyişinin bütün nüansları ile bilinmesi gerektiğine inanıyordu. Âlemi anlamak, Âdemi anlamakla mümkündü. İnsanı bütün özellikleriyle bütün ayrıntıları ile eserinde anlattı. İnsanı maddî ve manevî değerlerden meydana gelen bir canlı olarak gördü ve öyle açıkladı.
Kâinat ilmi, beden ilmine yardımcı olduğu gibi, beden ilmi de kalp ilmine yardımcı ve yol göstericidir. Çünkü bedenin yaratılışında sayısız incelikler, garip hikmetler, süslü renkler, çeşitli hizmetler vardır ki, içte ve dışta bulunan bu organların her birinin lüzum ve faydasını insanların çoğu bilmez, dedikten sonra, daha önce kâinatın incelenmesine çevirdiği insan bakışını, kendi yapısını bilmeye ve bunun üzerinde düşünmeye çağırıyordu. Kâinatın Efendisi, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” dememiş miydi? İbrahim Hakkı’nın burada hem zâhir, hem bâtın ilimlerinde son derece yüksek bir mevkie sahip olduğunu açıkça görüyoruz.
Bir ilim ve irfan okyanusu olduğu tezâhür ediyor. Mârifetnâme, baştan sona kadar inceliklerle, hikmetlerle dolu bir şaheser. Bir “mukaddime” ile üç “fen” ve bir “hatime” olmak üzere beş ayrı bölüm üzerine tertip olunmuş. Bu kısımlar da kendi içlerinde “bab, fasıl, nevi” olarak ayrılıyor. Mârifetnâme’nin içinde çeşitli yerlerde, bahislerle ilgili olarak konmuş şekillere, cetvellere ve şiirlere rastlıyoruz. Eserin değişik yerlerinde 30 sayfada şekil ve cetveller, 250 sayfada ise şiirler bulunmaktadır. Bir sayfada birkaç şekil veya şiir olduğu gibi birkaç sayfa süren şiirler de vardır. Meşhur tefviznâme şiiri de bunlar arasındadır. Mârifetnâme’de ağdalı bir dil kullanılmamış, uzun cümlelerden kaçınılmıştır. Eserde Erzurum lehçesi yer yer kendini belli etmektedir. Kitap çok veciz ve hikmetli sözlerle doludur. Kalbiyle, kafasıyla, ferdi ve sosyal cephesiyle insana bir bütün olarak hitap etmektedir. Eskiyle yeniyi birleştiren bir ansiklopedi mahiyetindedir. Akıcı bir üslûbu vardır. Bir astronom gibi gökyüzünü, yıldızları, ayı, güneşi anlatır. Özellikle ay hakkında verdiği bilgiler insanı ürpertir. Astronomların aya gittikten sonra, ayın fotoğraflarını çektikten sonra verdiği bilgileri biz Mârifetnâme’de buluyoruz. Âlem-i Ekber’den Âlem-i Asgar’a kapılar açmaktadır. Fen ilimlerini mârifetullaha basamak yaparak ne kadar irfanlı olduğunu bizlere göstermekte, ne güzel, ne mükemmel bir örnek olmaktadır. Kitapta, soyuttan somuta doğru gidilir. Başta matematik, astronomi, mineroloji, botanik, zooloji, anatomi geniş olarak işlenir. İnsan anatomisi bölümünde ise, organların büyüklüğü, küçüklüğü, uzunluğu, kısalığı, darlığı, genişliğinin, insanın huy ve karakteri üzerindeki etkileri anlatılır. Kıyafetnâme adı verilen bir bölüm, modern psikolojinin çok önemli bir yerini bizlere getirmektedir. Bugünkü psikolojide insanın beden yapısıyla karakteri arasında çok yakın bir ilgi kurulmaktadır, değerlendirmeler getirilmektedir.
İlim, insan bilinci ile obje arasında kurulan doğru münasebettir. İlimleri bir yönüyle kâinat ve beden ilimleri, diğer yönüyle, beden ve kalp ilimleri diye iki kısma ayıran İbrahim Hakkı, bu konuda ileri sürdüğü görüşleriyle yeryüzündeki bir kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar bütün varlığı, tevhidin ışığı ve nûru ile kucaklar. İnsan, cemiyet, hayat ve kâinat, hepsi ilâhi nûrun değişik tezahürleridir. “Var olan Hak’tır, gayrısı yoktur.” “Ne yana bakarsan bak, Allah’ın Nûru oradadır.”
İbrahim Hakkı, astronomi ve diğer müspet ilimleri öğrenmenin gerekliliğini savunur. Ona göre insan, Allah’ın eseri olan tabiatı, ne kadar iyi anlarsa, Allah’ı da o kadar iyi anlamış olur. Dünyanın küre biçiminde olduğunu anlatır. Yuvarlak olduğunu kabul etmek gerektiğini ileri sürer. Kabul etmeyenlere aklî ve naklî deliller getirir. Batlamyus sistemi ile Kopernik sistemini karşılaştırır. Kopernik sistemini yani dünyanın güneş etrafında dönüşünü savunur. Erzurum’da saat 12 iken, diğer şehirlerde saatin kaç olacağını tespit etti. 100 şehir için fark cetvelleri hazırladı. Çağının modern ilimlerine bütünüyle vâkıf olan İbrahim Hakkı, eserinde Amerika’nın keşfine de yer verdi, nasıl keşfedildiğini anlattı. Tıp konusunda da çok ilginç görüşleri vardır. “Gerçekte beş senede bir bedenin tümü erimekte, külle gitmektedir. Mesela 55 yaşında iken, bedenin hücreleri, 50 yaşında olan bedenin hücrelerinden başkadır ki, eriyip giden hücreler yerine yine aynı hücreler gıda olarak bedenimize girip şekillenmektedir.” İmam-ı Şâfi’nin anatomiyi diğer ilimlerden daha üstün gördüğünü söyler. Anatomi ilmi, doktorların sermayesi, Allah’ı anlamanın bir vasıtasıdır, der. Doktorların sırf meslekleri yönünden bu ilmi öğrendiklerini, halbuki bu öğrenmede ilk plânda Allah’ı bilmek, O’nun kudret ve büyüklüğünü öğrenme hedefinin gözetilmesi gerektiğini anlatır. İbrahim Hakkı, vücudun her organını özelliğine göre işletmek faydalıdır, der. Mesela, eller eşyayı kaldırıp indirmekle, ciğerler bol ve temiz hava almakla, gırtlak güzel şeyler söylemekle, kulak hoş sesleri dinlemekle, göz helâl ve güzel şeyleri seyretmekle, ayak yürümekle, hâfıza okuma ve ezberleme ile kuvvet kazanır ve gelişir.
İştah yokken, kesinlikle yemek yememeli, iştah gelince de geciktirmemeli. İştah varken de, tam doymadan sofradan kalkmalı. Hazım olmamış yemekler üzerine kesinlikle yemek yememeli. Çok çeşitli yemek yememeli. Hazım müddetleri farklıdır. Birçok hastalıklar çok yemekten ileri gelir. Yemek arasında su içmek hastalıkları önler. Terliyken, meyve yedikten sonra su içmek zararlıdır.
Ona göre anatomi, insanın nefsini, kendisini bilmenin ve bu yolla marifetullah’a varmanın anahtarıdır. Maksat Allah’ı bilmektir. Bir insanın kendi beden ve nefsini bilmeden Allah’ı bilirim iddiasında bulunması, yiyeceği, içeceği bulunmayan müflis bir kimsenin şehir halkını ziyafete çağırmasına benzer.
Vücudun yapı ve işleyişindeki san’at inceliği, Cenab-ı Hak’kın kudretinin kemâline delâlet etmekte ve O’nun insana verdiği büyük nimete, vücudun bütün cüzleri her an şahadet etmektedir.
Cenâb-ı Hak, insanı ve vücudunu mükemmel ve güzel bir şekilde yaratmıştır. Organların tenasübü, uygunluğu, nezaketin ve güzelliğin örneği olmuştur. Bedenin güzelliğini ve vasıflarını dil bildirmek ve anlatmaktan âcizdir.
İnsan bedeni küçük âlem, ruhu ise büyük âlemdir. Çünkü âlemde her ne yaratılmışsa hepsinin benzeri aynen insan vücudunda da vardır. İnsanın beden ve ruhu âlemin bir nüshası, bir kopyasıdır ki, iki âlem tamamiyle bir adamda belli ve var edilmiştir. Âlem-Âdem beraberliği yalnız maddî bir beraberlik değil, aynı zamanda yaratılış, gâye, hakikat ve mânâ beraberliğidir.
Maddî ve mânevî yapısında bütün âlemi toplayabilen insan bedeni, aynı zamanda sonsuzluk âlemini de bir ölçüde içine almaktaydı.
Çünkü sonsuza kadar varolma özelliğine sahip olan insan ruhu, bedenle tanışıp dünya hayatı boyunca beraber yaşadıktan sonra, ölümle geçici olarak ayrılsa da, sonsuz dirilişte bu beraberlik tekrar devam edecekti. İbrahim Hakkı, yalnız ilmî izâhlar yapıp insanların akıllarını ikna etmekle yetinmedi. Çünkü kalp de tatmin olmadığı müddetçe tekâmülün dengeli ve mükemmel olması mümkün değildir. O, ilmî izâhlarla aklı iknâ, tasavvufî izâhlarla kalpleri tatmin etti. İnsanı âlemden Âdeme, Âdemden de Allah’a yükseltmeyi hayatının ve ilminin gayesi olarak kabul etti. Nasıl bedeninin herhangi bir organı olmayan insan sakat veya yarım sayılırsa, ruhunun varlığından haberdar olmayan ve özelliklerini bilmeyen insan da eksik ve yarım sayılır. Bedenimizi nasıl güzel ve temiz gıdalarla besliyorsak, en az onun kadar ruhumuzun gıdalarına da dikkat etmeli, imânla, ibâdetle, güzel eserler okuyarak, faydalı sohbetlerde bulunarak güzel sanatlarla ve tabiat güzellikleriyle meşgul olarak ruhumuzu beslemeliyiz. İnsanda esas olan ruhtur, çünkü bâkidir. Cüz külle, kül cüz’e eğilimlidir. Bedenin ölmesiyle toprağa verilişi cüz’ün külle dönüşüdür. O zaman ruh da aslına, yüksek âleme döner.
Bu Âdem dedikleri
El ayakla baş değil
Âdem mânâya derler
Suret ile baş değil
Beden ruhun mekânı olması nedeniyle değerliydi, güzeldi.
Düşünen beyinler, ancak bu şekilde, maddî mânevî izâhlarla iknâ olabilir, insan hayatında ruhun ehemmiyetini idrâk ederek hayatlarına, nefsî ve dünyevî değil, ruhî ve uhrevî bir yön verebilirler.
İnsanların yetişebilmeleri, tekâmül edebilmeleri için, dünya ve âhiret huzurunu elde edebilmeleri için az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı şart görüyordu.
Hakkı, yemek az ye, az uyu, az söyle
Can sağlığı, dil hoşluğu bul sen öyle
Yaptığı çalışmalarda, yazdığı eserlerde, Allah sevgisini insan gönlüne nakşetmeyi gaye edinen İbrahim Hakkı, “Muhabbetullah, Allah’tan gayrısını unutmaktır” diyordu. İnsan nefsini, ona çok ağır gelen açlıkla terbiye etmeyi lüzumlu gördü. Bu suretle görünenlerin gerisindeki gerçek güzellikleri daha kolay, daha çabuk müşahede edecekti insanlar...
Anladım san’at yalnız Allah’ı aramakmış
Mârifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış
Mârifetnâme, zamanında, Osmanlı Devletinin en çok okunan en önemli eseri oldu. Yazıldığı günden bugüne kadar hep okundu, saygı gördü, el üstünde tutuldu. Önce Allah’ı tanımayı bize sağlayacak olan ilimlerin tanınması amacıyla kaleme alınan eser 1756’da tamamlanmıştır. Pek çok konularda zamanındaki fikirleri aşan bir biçimde orijinal yönleri vardır. İçinde bulunduğu çağın fikirlerine zıt bir durumda olsa da kimi konuları açıklamaktan çekinmemiştir.
Pestalozzi “eğitimin gerçek gayesinin iç huzuru vermek olduğunu” söyler. Aynı konu çok daha önce İbrahim Hakkı tarafından ısrarla işlenmiştir.
İnsan anatomisi hakkında verilen bütün bilgiler, insan denen şu yaratığın ne derecede olağanüstü olduğunu gösteriyor. Bu ise her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın büyüklüğünü en güzel biçimde ifade eder. “Ancak Allah’ı anmakla kalpler yatışır ve huzur bulur.”(Ra’d: 28) İnsanlar için özel anlar ve özel yerler vardır. Fakat Allah’ın tecelli ettiği en güzel ve müsait yer şüphesiz kalptir. Allah, kalplere istediği şekilde tasarruf eder ve orada geçen her şeyi bilir. Huzur ve sükûnu oraya yerleştirir. Huzur ve sükûna kavuşan kalpler, Allah yolunda mutluluğa ererler. Kalp ilâhi güzellikleri yansıtan bir aynadır. İnsanoğlu’nun kalbi, taşımak için aldığı emânetin gereğini yapacak yetenektedir ve buna yaratılıştan kabiliyetlidir. Bir Kutsi Hadiste “Ben, yerlere ve göklere sığmam, fakat inanan kulumun kalbine sığarım.” buyuruluyor. Kalp Allah’ın güzelliklerini temâşâ etmekten büyük zevk duyar. İbrahim Hakkı’ya göre, kul için Allah aşkı, O’ndan başka ne varsa hepsini unutmaktan, kendi hayatını O’nda yok etmekten ve O’nun sıfatlarını kendi sıfatlarıyla değiştirmekten ibarettir. Allah aşkı zikirle çoğalır ve büyür. Allah’a aşık olan bu aşka lâyık olduğunu gösterir. Gerçek güzellik yalnız Allah’a aittir. Öyle ise O’nu sevebilmek için O’nun güzelliğini aksettiren eserlerin varlığına ihtiyaç vardır. Kutsi Hadiste “Ben bir gizli hazine idim, tanınmak istedim.” buyurulur. Her yaratık aşkı nispetinde Allah’ı müşahede edebilir. Bu mertebede bulunanlar, gerçek aşk içinde yaşarlar. Aşk, korkağı cesur, hoşgörüsüz olanı anlayışlı, cimriyi cömert, zalimi yumuşak yapar. Onunla duyu organları temizlenir, ruh kıvanç duyar. İbrahim Hakkı, İslâmiyetin ahlâk görüşlerine gönülden bağlıdır. İyilik ve hayrı seven, yumuşak davranmayı telkin eden, hoşgörü sahibi ve özellikle insanı incitmekten son derece çekinen temiz ve kâmil bir ahlâk sahibi olmayı öğütler. Sevgi esastır. Sevginin olmadığı yerde huzurlu bir hayat da yoktur. Sevgiliden gelen her şey güzeldir.
Cihan bağında ey âkil, budur makbül ü ins ü cin
Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin
diyerek kâmil insan olmanın yolunu gösterir.
Son demlerinde Fakirullah Hazretlerinin çocuk ve torunlarıyla sohbet etti. Dersler verdi. 22 Haziran 1780 yılında mutlu ve huzurlu bir yaşayıştan sonra vefat etti; kendisi tarafından yapılmış olan türbeye, Fakirullah’ın ayak ucuna defnedildi. Vasiyetnamesinde “Ey anlayışlı Fehim oğlum, zemzem suyuna batırılmış kefenim ile yaz, kış giydiğim elbisemden başka bir şeyim yoktur.” diyerek gönül huzuru içinde Allah’a kavuştu. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
Sabri Tandoğan
Hepsinin Aziz Ruhlarına Fatihalarla.
|