Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Yaşanmış olaylar...
Gönderen : Sabri Babayla Sohbet
Tarih : 1/4/2021 1:09:00 AM


.
SABRİ BABA İLE YAŞANTISI HAKKINDA SOHBET
Soruyoruz Hocamıza:
-Efendim, siz çocukken anneniz çalıştığı için size babaanneniz bakmış. Ondan çok şey öğrendiğinizi söylüyorsunuz hep. Nasıl bir kimseydi babaanneniz?
Sabri Baba:
-Babaannem yirmi beş yaşında iken en büyüğü on üç yaşında olan, biri de karnında beş çocukla dul kalmış bir hanımdı. Uzun boylu ve heybetli idi. Dedem vefât edince nakış yapmaya başlamış babaannem. En büyük oğlu olan babam da Ermenek’ten ceviz alır, at sırtında Anamur’a, Mut’a götürür satar, oradan da Ermenek’de para edecek mallar alır, getirirmiş. Bir kış günü at sırtında giderken gece olmuş. Kar bastırmış. Babam Toroslarda yüksek dağ geçitleri olan yollardan geçerken iyice korkmaya başlamış, titriyormuş. O arada bir yaşlı adam belirmiş, yaklaşmış. “Yavrum,” demiş, “hiç korkma. Şimdi gözlerini kapat. Kendini sabaha Anamur’da bulacaksın.” Sonra birden gözden kaybolmuş. Babam dediklerini aynen yapmış adamın, sabah gözlerini açtığında at sırtında Anamur’a giriyorlarmış. Hızır Aleyhisselam’mış o gece yanına gelen kimse.
Babannem bütün çocuklarını okutmuş, yetiştirmişti. En son da beni yetiştirdi. Bana göre veli bir hanımdı. Bana hâl diliyle örnek oldu. Hiçbir zaman bunu neden böyle yaptın demedi. Bir gün akşama misafir gelecekti. Babaannem arabaşı çorbası pişirmişti. Tencereyi sobanın yanına getirdi. Ben de içerde o zamanların plonjonları ile meşhur kalecisi Cihat Arman’ı taklit etmeye çalışıyorum. Topa atlayıp yakalayayım derken ayağım çorba tenceresine takıldı. Bütün halı çorba oldu. Orda dondum, kaldım. Kımıldayamıyordum. Babaannem hiçbir şey demedi. Önce halıyı bir güzel temizledi. Sonra giyindi, çıktı, yeniden malzeme almış, geldi. Çorbayı yeniden pişirdi.
Misafirlere çeşit çeşit yemekler yapar ama kendi ekmek ceviz yerdi. Bir gün sordum, “Babanne,” dedim, “evde bi sürü yemek var, niye ekmek ceviz yiyorsun?” “Yavrum,” dedi, “ben bunu sana anlatamam ki.” Sonra anladım ki babaannem riyazet yapıyordu. Yere düşürdüğü bir tek pirinç tanesini bile mutlaka arar bulurdu. Bir gün yine böyle düşürdüğü bir pirinç tanesini ararken “Amaan babaanne,” dedim, “niye bir pirinç tanesi için kendini bu kadar yoruyorsun?” O güne kadar beni hep seven, okşayan babaannem birden sertleşti, “Ooo, küçük beyimiz sobanın yanında oturmuş ahkâm kesiyor. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü, ne kadar zorluk çekiyorlar haberin var mı?” dedi. O kadar utanmıştım ki. Yıllar sonra “Acı pirinç” filmini seyredince, pirinç işçilerinin çilesine tanık olunca babannemi daha iyi anladım.
Onun birçok sözleri hâlâ hatırımdadır:
“Allah, kara gecede kara taşın üstündeki kara karıncanın bile rızkını düşünür.”
“Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapar.”
“İt tekkeyi (takkeyi) ne yapacak, dingilderken düşürür.”
“Yağ yiyen köpek, tüyünden belli olur.”
“O kırk puşttan kırk muşta yemiş.” (hayat tecrübesi çok olan kimseler için)
“Bir elin âsâ, bir elin kese olsun.” (kızdığı kimselere).
“Kuyruğu tava sapı kesmiş” (bir işten çok keyif almış kimseler için)
...
Babaannem, anneme çok büyük saygı gösterirdi. O içeri girince oturduğu yerden ayağa kalkar, “Buyur, Sebihanım” derdi. Annem de babaannemi çok sever, “Anneciğim, lütfen rahatsız olmayın, ben siz ayağa kalkınca çok rahatsız oluyorum” derdi. Babaannem, “Ah yavrum, ben gelinime ayağa kalkmayacağım da kime kalkacağım” diye cevap verirdi. Annem, babaannem için “O benim annem” derdi. Annem kendi annesini altı yaşında, ablalarını yedi yaşında kaybetmişti.
Ben ne annemle babaannem arasında ne de kendi eşimle annem arasında gelin-kaynana kavgasına şahit olmadım, çok şükür.
-Efendim, sizin ilk öğretmenleriniz babaanneniz ve anneniz olmuş, hal diliyle örnek olmuşlar size. Peki ilkokula başladığınızda neler hissettiniz? Aradıklarınızı bulabildiniz mi okulda?
Hayır. Çünkü ben ilkokula başladığımda bir kitaplık dolusu kitap okumuştum. Öğretmen tahtaya harfleri yazdı. Ben gülmeye başladım. Hoca, “Madem öyle gel bu kitabı oku bakalım” dedi. Meğer o aralara Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı eserini okuyormuş. Başladım okumaya. Hoca şaşırdı, “Anlaşıldı,” dedi, “biz ders yaparken sen şöyle otur, istediğini oku. Bu kitabı tiyatro sanatkârları bile bu kadar akıcı okuyamazlar.” O zamanlar sınıf atlama yoktu, mevzuat uygun değildi.
Okul hayatım hep bu şekilde devam etti. Bir gün lisede sömestr tatiline girmeden, hoca, “Tatilde Fransız İhtilalini kitaptan çalışın gelin, dönüşte anlattıracağım” dedi. Ben gittim, Albert Sorel’in üç ciltlik “Fransız İhtilâli” adlı eserini aldım, okudum. Sömestr tatili bitti. Hoca derste sordu, kimler hazırlandı diye. Herkes başını önüne eğdi. Ben el kaldırdım. Tahtaya çağırdı. “Fransız İhtilaline geçmeden önce” dedim, “bu ihtilâli hazırlayan sosyal, siyasal ve ekonomik sebeplere bir göz atalım”. Bunu duyunca hoca şaşırdı. Laz Hayri derlerdi, çok iri bir adamdı. Sınıfa önce göbeği biraz sonra da kendisi girerdi. “Yavrum” dedi, kürsüyü gösterdi, “ayakta kalma, gel buradan anlat, senin yerin burası”. Tam dört saat konuyu anlattım. O zaman daha lise ikideydim. Hukuk Fakültesinde de durum değişmedi. Genel sınavlar yapılırdı, tek tek sözlü sınav için jüri önüne çıkılırdı. Herkes salonun dışında elinde kağıtlarla telaş içinde ezber yaparken ben cebimden şiirler çıkartır, onları okurdum.
-Henüz ilkokuldayken bile arkadaşlarınızın dertlerine çare ararmışsınız?
Evet, mesela gelirlerdi, “babam çok dövüyor, ne yapayım” derlerdi. Dertlerini anlatırlardı. Ben de onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini anlatırdım.
-Çocuk yaşlarda olmanıza rağmen bu nasıl oluyordu?
Çok küçük yaşlardan itibaren çok iyi bir gözlemciydim. Annem beni alır misafirliğe götürür, bir sandalyeye oturturdu. Onlar sohbet ederken, ben oradan bütün hanımları etüd ederdim: “Bu hanımın mutfağı nasıldır, evi temiz midir, güzel yemek yapar mı, kocasıyla ilişkileri nasıldır...” Tabi bunları kimseye anlatmazdım... Bu bir ömür boyu devam etti.
Beş yaşındaydım. Arkadaşlarla sokakta oynuyorduk. Komşumuzun kızına görücü gelecekti. Yanımızdan geçtiler, eve girdiler. Damat adayını hiç gözüm tutmadı. Bakışları hoşuma gitmemişti, bir tuhaftı. Görücü gelen kızın annesi, kocasına “Bey, bir de komşunun oğlu Sabri’ye sorsaydık, damat adayı hakkında ne düşünür diye” demiş. Adam da “Kafamı kızdırma hanım, kız verirken elin beş yaşındaki çocuğuna mı danışacağız” diye kadını azarlamış. Annemle akşam konuştuk. “Anneciğim,” dedim “o evlilikten hayır gelmez. Çünkü o adam sapık.” Hakikaten de kız altı ay sonra adamdan boşandı, sapık diye. İşte şimdi bunu akılla izah etmeye kalksanız akıl orda durur.
Yeni evliydik. Bir gün eve geldim, Rana’nın arkadaşları vardı salonda. Kısa bir süre salona bir şey almak için girip çıkmam gerekmişti. Sonra akşam Rana sordu, “Nasıl buldun arkadaşlarımı?” dedi. “Hangisini?” dedim. “Mesela köşede oturan” deyince ona tam üç saat o hanımı anlattım. Rana şaşırdı, “Önceden onunla bir tanışıklığın mı vardı yoksa” diye sordu. Oysa o hanımı sadece bir kez görmüştüm o içeri giriş çıkış sırasında. Halen de ilk gördüğüm insanı hemen tahlile başlarım.
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Aziz Ruhlarına Fatihalarla.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]