Konu : Hayat dersleri dolu çocukluk hatıraları...
Gönderen :
Sabri Babayla Sohbet
Tarih :
1/28/2021 1:40:20 PM
.
SABRİ BABA İLE İÇİNDE BİRÇOK HAYAT DERSLERİ BULACAĞINIZ ÇOCUKLUK YILLARI HATIRALARI ÜZERİNE KEYİFLİ BİR SOHBET
– Anneniz çalıştığı için size babaanneniz bakmış. Ondan çok şey öğrendiğinizi söylüyorsunuz hep. Nasıl bir kimseydi babaanneniz?
Sabri Tandoğan Efendi Hz.:
-Babaannem yirmi beş yaşında iken en büyüğü on üç yaşında olan, biri de karnında beş çocukla dul kalmış bir hanımdı. Uzun boylu ve heybetli idi. Dedem vefat edince nakış yapmaya başlamış babaannem. En büyük oğlu olan babam da Ermenek’ten ceviz alır, at sırtında Anamur’a, Mut’a götürür satar, oradan da Ermenek’te para edecek mallar alır, getirirmiş. Bir kış günü, at sırtında giderken gece olmuş. Kar bastırmış. Babam Toroslarda yüksek dağ geçitleri olan yollardan geçerken iyice korkmaya başlamış, titriyormuş. O arada bir yaşlı adam belirmiş, yaklaşmış. “Yavrum,” demiş, “hiç korkma. Şimdi gözlerini kapat. Kendini sabaha Anamur’da bulacaksın.” Sonra birden gözden kaybolmuş. Babam dediklerini aynen yapmış adamın, sabah gözlerini açtığında at sırtında Anamur’a giriyorlarmış. Hızır Aleyhisselam’mış o gece yanına gelen kimse.
Babaannem bütün çocuklarını okutmuş, yetiştirmişti. En son da beni yetiştirdi. Bana göre veli bir hanımdı. Bana hâl diliyle örnek oldu. Hiçbir zaman bunu neden böyle yaptın demedi. Bir gün akşama misafir gelecekti. Babaannem arabaşı çorbası pişirmişti. Tencereyi sobanın yanına getirdi. Ben de içerde o zamanların plonjonları ile meşhur kalecisi Cihat Arman’ı taklit etmeye çalışıyorum. Topa atlayıp yakalayım derken, ayağım çorba tenceresine takıldı. Bütün halı çorba oldu. Orada dondum, kaldım. Kımıldayamıyordum. Babaannem hiçbir şey demedi. Önce halıyı bir güzel temizledi. Sonra giyindi, çıktı, yeniden malzeme almış, geldi. Çorbayı yeniden pişirdi.
Misafirlere çeşit çeşit yemekler yapar ama kendi ekmek ceviz yerdi. Bir gün sordum, “Babaanne,” dedim, “evde bir sürü yemek var, niye ekmek ceviz yiyorsun?” “Yavrum,” dedi, “ben bunu sana anlatamam ki.” Sonra anladım ki, babaannem riyazet yapıyordu. Yere düşürdüğü bir tek pirinç tanesini bile mutlaka arar bulurdu. Bir gün yine böyle düşürdüğü bir pirinç tanesini ararken “Amaan babaanne,” dedim, “niye bir pirinç tanesi için kendini bu kadar yoruyorsun?” O güne kadar beni hep seven, okşayan babaannem birden sertleşti, “Ooo, küçük beyimiz sobanın yanında oturmuş ahkâm kesiyor. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü, ne kadar zorluk çekiyorlar haberin var mı?” dedi. O kadar utanmıştım ki. Yıllar sonra “Acı Pirinç” filmini seyredince, pirinç işçilerinin çilesine tanık olunca babaannemi daha iyi anladım.
Onun birçok sözleri hâlâ hatırımdadır:
“Allah, kara gecede kara taşın üstündeki kara karıncanın bile rızkını düşünür.”
“Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapar.”
“İt tekkeyi (takkeyi) ne yapacak, dingilderken düşürür.”
“Yağ yiyen köpek, tüyünden belli olur.”
“O kırk puşttan kırk muşta yemiş.” (hayat tecrübesi çok olan kimseler için)
“Bir elin âsâ, bir elin kese olsun.” (kızdığı kimselere)
“Kuyruğu tava sapına dönmüş” (bir işten çok keyif almış kimseler için)
…
Babaannem, anneme çok büyük saygı gösterirdi. O içeri girince oturduğu yerden ayağa kalkar, “Buyur, Sebihanım” derdi. Annem de babaannemi çok sever, “Anneciğim, lütfen rahatsız olmayın, ben siz ayağa kalkınca çok rahatsız oluyorum” derdi. Babaannem, “Ah yavrum, ben gelinime ayağa kalkmayacağım da kime kalkacağım” diye cevap verirdi. Annem, babaannem için “O benim annem” derdi. Annem kendi annesini altı yaşında, ablalarını yedi yaşında kaybetmişti.
Ben, ne annemle babaannem arasında, ne de kendi eşimle annem arasında gelin-kaynana kavgasına şahit olmadım, çok şükür.
– Efendim, sizin ilk öğretmenleriniz babaanneniz ve anneniz olmuş, hâl diliyle örnek olmuşlar size. Peki ilkokula başladığınızda neler hissettiniz? Aradıklarınızı bulabildiniz mi okulda?
-Hayır. Çünkü ben ilkokula başladığımda bir kitaplık dolusu kitap okumuştum. Öğretmen tahtaya harfleri yazdı. Ben gülmeye başladım. Hoca, “Madem öyle, gel bu kitabı oku bakalım” dedi. Meğer o aralar Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı eserini okuyormuş. Başladım okumaya. Hoca şaşırdı, “anlaşıldı,” dedi, “biz ders yaparken sen şöyle otur, istediğini oku. Bu kitabı tiyatro sanatkârları bile bu kadar akıcı okuyamazlar” dedi. O zamanlar sınıf atlama yoktu, mevzuat uygun değildi.
Okul hayatım hep bu şekilde devam etti. Bir gün lisede sömestr tatiline girmeden, hoca, “Tatilde Fransız İhtilâlini kitaptan çalışın gelin, dönüşte anlattıracağım” dedi. Ben gittim, Albert Sorel’in üç ciltlik “Fransız İhtilâli” adlı eserini aldım, okudum. Sömestr tatili bitti. Hoca derste sordu, kimler hazırlandı diye. Herkes başını önüne eğdi. Ben el kaldırdım. Tahtaya çağırdı. “Fransız İhtilâline geçmeden önce” dedim, “bu ihtilâli hazırlayan sosyal, siyasal ve ekonomik sebeplere bir göz atalım.” Bunu duyunca hoca şaşırdı. Laz Hayri derlerdi, çok iri bir adamdı. Sınıfa önce göbeği, biraz sonra da kendisi girerdi. “Yavrum” dedi, kürsüyü gösterdi, “ayakta kalma, gel buradan anlat, senin yerin burası.” Tam dört saat konuyu anlattım. O zaman daha lise ikideydim. Hukuk Fakültesinde de durum değişmedi. Genel sınavlar yapılırdı, tek tek sözlü sınav için jüri önüne çıkılırdı. Herkes salonun dışında elinde kâğıtlarla telâş içinde ezber yaparken, ben cebimden şiirler çıkartır, onları okurdum.
– Henüz ilkokuldayken bile arkadaşlarınızın dertlerine çare arar mışsınız?
Evet, meselâ gelirlerdi, “babam çok dövüyor, ne yapayım?” derlerdi. Dertlerini anlatırlardı. Ben de onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini anlatırdım.
– Çocuk yaşlarda olmanıza rağmen bu nasıl oluyordu?
Çok küçük yaşlardan itibaren çok iyi bir gözlemciydim. Annem beni alır misafirliğe götürür, bir sandalyeye oturturdu. Onlar sohbet ederken, ben oradan bütün hanımları etüd ederdim: “Bu hanımın mutfağı nasıldır, evi temiz midir, güzel yemek yapar mı, kocasıyla ilişkileri nasıldır...” Tabi bunları kimseye anlatmazdım... Bu bir ömür boyu devam etti.
Beş yaşındaydım. Arkadaşlarla sokakta oynuyorduk. Komşumuzun kızına görücü gelecekti. Yanımızdan geçtiler, eve girdiler. Damat adayını hiç gözüm tutmadı. Bakışları hoşuma gitmemişti, bir tuhaftı. Görücü gelen kızın annesi, kocasına “Bey, bir de komşunun oğlu Sabri’ye sorsaydık, damat adayı hakkında ne düşünür diye” demiş. Adam da “Kafamı kızdırma hanım, kız verirken elin beş yaşındaki çocuğuna mı danışacağız” diye kadını azarlamış. Annemle akşam konuştuk. “Anneciğim,” dedim, “o evlilikten hayır gelmez. Çünkü o adam sapık.” Hakikaten de kız altı ay sonra adamdan boşandı, sapık diye. İşte şimdi bunu akılla izah etmeye kalksanız, akıl orada durur.
Yeni evliydik. Bir gün eve geldim, Rânâ’nın arkadaşları vardı salonda. Kısa bir süre salona bir şey almak için girip çıkmam gerekmişti. Sonra akşam Rânâ sordu, “Nasıl buldun arkadaşlarımı?” dedi. “Hangisini?” dedim. “Meselâ köşede oturan” deyince, ona tam üç saat o hanımı anlattım. Rânâ şaşırdı, “Önceden onunla bir tanışıklığın mı vardı yoksa” diye sordu. Oysa o hanımı sadece bir kez görmüştüm, o içeri giriş çıkış sırasında. Halen de ilk gördüğüm insanı hemen tahlile başlarım.
– Bir de çok yardımsevermişsiniz çocukken?
Ha, evet. Mahallemizde Karyağdı Türbesi’nin yanına belediye hurda bir otobüs bırakmıştı. Orayı ispirtocular ikametgâh yapmışlar. Ben harçlığımla onlara simit alır götürürdüm. Bir gün baktım birisi üşütmüş. O günlerde daha okula gitmiyorum. Yakında da sünnet olacağım. Annem bana çok özel bir Avrupa kumaşından yorgan diktirmişti, o benim üzerime örtülecek. Çok güzel pembe bir yorgan. Daha onun kumaşı kadar güzel bir kumaş hiç görmedim. Hemen eve geldim, yorganı kaptığım gibi ispirtocuya götürdüm. Üstünü örttüm. Sonra harçlığımdan aspirin aldım, adama içirdim. Posta Caddesi’nde Başkent Eczanesi vardı o zaman. Adam sonra iyileşmişti. O akşam evde olanları bir bir anneme anlattım. Annem bana baktı, “Aferin yavrum” dedi. Eğildi, beni alnımdan öptü. “Çok iyi etmişsin. Yalnız, bu yorgan işini baban duymasın. Evde olay çıkar. Biz gidelim, başka bir yorgan yaptıralım” dedi.
Bir gün de geldim baktım, mahallenin çocukları toplanmışlar, aralarında para toplamışlar, o ispirtocuya “Eğer bize biraz oynarsan bu paraları sana veririz” demişler. Etrafını çevirmişler. Adamcağız hem oynuyor, hem gözlerinden akan yaşları siliyor, ne hallere düştük diye. Hemen cebimde ne kadar harçlığım varsa çıkardım, çocuklara dedim ki “Bu para sizinkinden fazla.
Alın, adamı rahat bırakın.” Sonra adamı otobüse geri gönderdim.
Bir gün annem bana “Oğlum, kalk seni gezmeye götüreceğim, ayakkabılarını boyat” dedi. Hemen boyacıya koştum. Ayakkabılarımı boyattım. “Ne vereceğim?” dedim.
Adam, “Ağalığına kalmış beyim” dedi.
Ay bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. Çıkardım, cebimde ne var ne yoksa adama saydım.
İşte böyle. Benim çocukluğum bir film gibiydi. Bakarsınız bir gün bir senaristin eline geçer de bunlardan bir film yapar.
– Annenizin sizin eğitiminizde çok büyük yeri var değil mi efendim? Meselâ o yorgan olayında gösterdiği asil davranış ne güzel. Bugün kaç anne bunu yapabilir?
Öyle. Annem edebiyat öğretmeniydi. Kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Beni de çok küçük yaşlardan itibaren hayata hazırladı. O benim kendi ayakları üzerinde durabilen bir insan olmamı istiyordu. Beni ona göre yetiştirdi. Beş yaşındaydım, “Haydi oğlum” dedi, “sen artık delikanlı oldun, kendi kahvaltını bundan sonra kendin hazırla.” Bu söz bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. O günden sonra kendime sabahları tereyağında yumurta yapar, bal tenekesinden bir tabak bal çıkarır, çorba kaşığıyla yerdim. İlk çorbamı beş yaşındayken yaptım. Pirinç çorbası; domatesli, maydanozlu. Tadı hâlâ damağımdadır.
Annem bana geceleri saat onikide tahta fırçasıyla merdiven fırçalatırdı. Sabaha tertemiz kurumuş olsun diye. Evin bütün işlerine bakardım annem okula gidince. Temizlik, alışveriş, odun kırma, yemekler için ön hazırlık... Komşular “Aman Sabiha Hanım niye o küçücük çocuğa eziyet ediyorsun?” derlerdi. O da “Siz benim işime karışmayın, ben oğlumu hayata hazırlıyorum” diye cevaplardı.
Bir gün sofraya bamya geldi. “Ben bamya yemem” dedim. Sandım ki annem bana başka bir şey hazırlar. Ama annem öyle yapmadı. “Sen bilirsin,” dedi, yemeği önümden aldı. Onlar afiyetle yediler. Ben kaldım aç karnına. Akşam da bir şey yiyemedim. Sonra gece el ayak çekilince dolaptan bamya tenceresini çıkardım, bamyaları mideye indirdim. O günden beri en sevdiğim yemek bamyadır. Annem orada bana çok büyük bir ders vermişti. Çocuk ailenin şartları neyse ona uyması gerektiğini bilmeli. Annem de bu düşünceyle hareket ediyordu.
Yıl sonunda, ilkokulda sınıf birincisi olmuştum. Gururla geldim, anneme söyledim. Beni bu halde görünce şımarmayayım diye hiç yüz vermedi, “Ne yapalım,” dedi, “birinci olduysan, karın sevinsin.”
Bir gün beni tek başıma lokantaya yemek yemeğe gönderdi, orada da usûl öğreneyim diye. Gittim, oturdum. Alaburus tıraşlı bir garson geldi. “Ne yiyeceksin bakalım” dedi. Ben de “kuru fasulye istiyorum” dedim. Getirdi. Sonra yemek bitince geldi. “Doydun mu?” dedi. “Doymadım” dedim. “Ne getireyim?” dedi. Bu sefer de taze fasulye istedim. Garson iki elini birbirine vurdu, “İşte,” dedi, “parmak kadar çocuğu tek başına lokantaya gönderirsen böyle olur. Hiç taze fasulyeyle kuru fasulye aynı anda yenir mi?” Ben gayet sakin “Niye böyle söylüyorsunuz,” dedim, “taze fasulyenin tadı ayrı, kuru fasulyenin tadı ayrı.”
Bir gün de annem beni pazara gönderdi. “Git,” dedi, “bir kilo domates al gel.” Gittim, aldım, geldim. Annem açtı baktı, hepsi çürük, yalnız nasılsa bir tane küçük sağlam domates koymuş adam. Ben kıpkırmızı olmuştum ama annem hiç kızmadı, o küçük sağlam domatesi yıkadı, “Bak oğlum,” dedi, “eğer bundan sonra alışveriş yaparken çok dikkâtli olursan, bütün domatesleri bunun gibi alabilirsin.” Sonra o domatesi gidip misafir teyzelere gösterdi, “Bakın” dedi, “benim oğlum ne güzel domates almış. Bundan sonra hep böyle alacak.” O günden sonra tek başıma pazara gider, evin alışverişini en güzel şekilde yapardım. Bakkalın, manavın, kasabın benden ödü kopardı. Bozuk mal satanları karakola bizzat gider şikâyet eder, dükkânlarını birer ay kapattırırdım. Komşu teyzeler “Yavrum,” derlerdi, “sen bizden daha iyi alıyorsun, misafir gelecek, haydi şunları şunları bize alıver.”
– Çocukken de etrafınızdaki güzel insanlara, davranışlara dikkat eder miydiniz?
-Evet, tabi. Meselâ beş yaşındaydım. O zamanlar Ankara’da odun kırıcılar olurdu. Sokaklardan bağırarak geçerlerdi, “Odun kıran, odun kıran” diye. Bir gün babam böyle bir adam çağırdı kışlık odunları kırdırmak için. Adamın yanında küçük bir oğlu vardı. O gün hep adamı seyrettim. Öyle güzel bir odun kesişi vardı ki. Hepsi aynı boyda. Yunus’un dergâha taşıdığı odunlar gibi... Oğlu o arada bir kavgaya karışmıştı. Onu kenara çekip uyarışı hâlâ gözümün önündedir.
Bir gün de yine annem beni bakkala kibrit almaya gönderdi. İçeri girdim, “Bir kutu kibrit istiyorum” dedim. Adam kızdı, “Veremem” dedi. Şaşırmıştım. “Niye?” dedim. Dedi ki “Çünkü sen içeri girerken selâm vermedin. Ben selâm vermeden girene mal vermem. Şimdi çık, biraz dolaş. Sonra gel, selâm ver, isteyeceğini ondan sonra söylersin.” Çok utanmıştım. Kıpkırmızı oldum. Hemen dediklerini yaptım. Biraz dolaşıp geri geldim. Bu sefer içeri girerken önce selâm verdim. “Hah, şöyle” dedi. Kibriti verdi, bir de yanında çikolata vardı. “Bu da selâm vererek girdiğin için benim sana hediyem” dedi. Onun bu hareketi beni çok etkilemiştir. Yıllarca üzerinde düşündüm. Bana çok büyük bir ders vermişti bakkal amca. Allah ondan razı olsun.
Bir gün de annem bana “Ayakkabılarını hemen boyat, gel. Misafirliğe gideceğiz.” dedi. Hemen mahallemizdeki ayakkabı boyacısı Osman Efendi’ye koştum. “Acele boyar mısın?” dedim. Yağız bir Anadolu insanı idi Osman Efendi. Başını kaldırdı, yüzüme baktı. “Kusura bakma beyim ama boyayamam” dedi. Fazla para istiyor sandım, “İki katını vereyim, boya” dedim. “Gene olmaz” dedi. “Niye peki?” dedim. “Ben acele iş yapmam. Sonra boyacı Osman Efendi’nin boyadığı ayakkabı bu muymuş derlerse, benim intihar etmem lâzım” dedi. Bu hareket de beni çok etkilemiştir. Hayat boyu bana ışık tuttu Osman Efendi’nin bu davranışı. İşini güzel yapan insanlara her zaman için hayranlık duymama neden oldu bütün bunlar...
– Yunus Emre’ye hayranlığınız da çocukluğunuzda mı başlamıştı?
-Evet. Bir gün babamın bir arkadaşı bize misafirliğe gelmişti. Elini öptüm. Bana beş kuruş verdi. Beş kuruş iyi paraydı o zaman. Hemen kitapçıya gittim. Rafta bir kitap dikkâtimi çekti. Aldım. Yunus Emre’nin şiirleri vardı o kitapta. Okudukça okudum, okudum. Doyamadım. Hâlâ da Yunus’dan mısralar okumadığım bir tek günüm yoktur. Yunus benim için en güzel bir arkadaş oldu. Onu çok, ama pek çok sevdim. O bana göre dünyanın en büyük şairi. Bir mısrada öyle büyük hakikatleri özetliyor ki, hayran olmamak mümkün değil.
– Çocukluğunuzla ilgili başka anılarınız var mı?
-Henüz okula gitmiyordum. Bir gün rahmetli Emin Amcamla hayvanat bahçesine gitmiştik. Bir yerde mis gibi kokular saçan mısır satılıyordu. Amcamdan bir tane almasını istedim. Aldı, ama sanki biraz sıkıntılı gibiydi. Ben mısırımı yerken eve dönme zamanı geldi. Ancak amcam bir türlü gelen otobüslere binmek istemiyordu. O otobüsler de pekâlâ eve yakın bir yerden geçtiği halde bekliyorduk. Uzaktan, gelen otobüslere bakıyor, “bu değil” deyip geri çekiliyordu. Nihayet bir otobüs geldi, şoför tanıdığıymış meğer Emin Amcamın. Bindik. İşi o zaman anladım. Ben o mısırı aldırınca cebinde dönüş parası kalmadığı için tanıdığı bir şoför geçene kadar otobüse binememişti. O gün öyle üzüldüm ki... Hâlâ o gün bu gündür mısır yiyemem, hep aklıma rahmetli Emin Amcam gelir.
Babam o zamanlar cumartesileri pastırmalı, yumurtalı pide yaptırırdı. Pideler fırında pişerken, biraz aşağıda Şarki Karaağaç helvacısı vardı. Orada cumartesi günleri taze helva çıkarırlardı. Oradan sıcak helva alırdı. Benim çocukluğumda cumartesileri yarım gün çalışılırdı, tam gün tatil değildi. O gün okulda aklım hep evdeki pidede olurdu, son iki derste kafam sanki çalışmazdı. Öğlen evde toplanınca hep birlikte babamın getirdiği sıcak pidelerle helvayı yerdik. Yemeye doyamazdık, başlarken derin bir nefes alır, pide bitince nefesimizi verirdik...
(uzun uzun gülüyor Sabri Babamız…)
– İyi bir harçlık alır mıydınız çocukken?
-İlkokuldayken yaz tatillerinde gazeteden kesekâğıt yapardım. Buğday ununu su ile pişirirdim, yapıştırıcı olarak kullanırdım. Sonra o kesekâğıtlarını dolaşır, bütün mahalle esnafına satardım. Her gün kazandığım parayla arkadaşlarımı Ulus’ta Osman Nuri’de dondurmalı tavuk göğsü yemeğe götürürdüm. Her yıl göğüslük ve yakamı, defter, kalem ve kitaplarımı da o parayla alırdım...
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Onun ve Hakka Göçen Ailesinin Aziz Ruhlarına Fatihalarla.
|