Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Sabri Baba ile bir mana sohbeti.
Gönderen : Çiğdem
Tarih : 4/26/2021 5:55:40 PM


.
SABRİ BABA İLE BİR MANA SOHBETİ
Okuyucu Mektubu

Muhterem Büyüğümüz ve Sevgili Dostlar,

Hepinize bu güzel pazartesi gününde yeniden merhaba...


Efendim, hazırlayabildiğimiz kadarıyla bugün ayrıca Sayın Büyüğümüzün sohbetlerinden bazı notları faydalı olacağı ümidiyle sizlerle paylaşmak istedik.


Bütün işlerinizin kolaylaşması ve çalışmalarınızın en güzel sonuçlara ulaştırması dileğiyle hayırlı günler...




Çiğdem


SAYIN BÜYÜĞÜMÜZ SABRİ TANDOĞAN EFENDİ HZ İLE SOHBETLERDEN NOTLAR

(Münir Derman Hz. Hakkında konuşuluyor ) :

Sayın Büyüğümüz:

-Münir Bey nöbetçi olmadığı gecelerde de hastanedeki bazı hastaların zor durumda olduğunu, nöbetçi doktorun veya hemşirenin uyuyakaldığını hisseder, pelerinini giyer, gece evinden çıkar hastaneye koşarmış. Tuvalet ihtiyacı içinde olan hastaları ya bizzat kendi götürür veya gidemeyecek durumda olanların altına sürgü sürer gider tuvalete dökermiş. Hatta bunun üzerine bir defasında hastanenin düzenini bozuyor diye eleştiriliyor. Hakkında soruşturma açılıyor. Bunun üzerine o da çok kırılıyor ve istifa ederek on yıl süreyle yurtdışına gidiyor.


***


-Efendim, bazan dilimizden bir anda bazı kelimeler dökülebiliyor ki o anda içinde bulunduğumuz ruh hâli veya ortamla alakalı olmayan ve insanın ben bunları şimdi niye söyledim ki diyebildiği sözler olabiliyor . Bir filmde izlemiştim bir yerde iki kişi bir başkası hakkında konuşuyorlar. Konuşmadan hiç haberi olmayan diğer kimse çok başka bir mekânda onların biraz önce kullandığı kelimelerle başlayan bir cümle kurarak konuşmaya başlıyor. Böyle durumlar olabilir mi gerçek hayatın içinde?


-Yavrum, gönüllerden gönüllere yollar vardır. Bazan bazı duygular, bazı sözler o kanallardan geçerek karşı tarafın gönlüne yansıyabilir.


-Efendim, o halde hayatta en küçük bir ayrıntı bile rastgele oluşmuyor. Biz de bu durumda her an her zerre üzerinde çok büyük bir dikkat göstermek ve üzerlerinde tefekkür etmek durumundayız. Mesela siz bir konferansınızda bir insanın sizi kırıp incitmesi olayı sonrasında yolda giderken kenara parketmiş beş tane aracın dikkatinizi çektiğini, beşinin plakasının da “AF” olduğunu en sonda da “ET” plakalı bir araç gördüğünüzü anlatmıştınız. Demek ki yanımızdan geçen bir arabanın plakası bile yerine göre bize bir şeyler anlatmak istiyor, kafamızdaki bir sorunun cevabı oluyor?


-Öyle yavrum. Her şey ilâhi bir nizama göre vuku buluyor. “Her zerreden zikreden Allah’tır.” buyruluyor bir Ayette. Biz o her zerredeki mesajı almaya çalışacağız. Her zerre bize kendi hâl diliyle bir şeyler anlatmak istiyor. Biz, onları anlamaya, çözmeye çalışacağız. Her ayrıntı bir sonraki ayrıntıyı oluşturuyor hayatta.


-Efendim, Ledün ilmi çalışarak kişinin kendi gayretiyle öğrenilebilir mi? Bunun için bir mürşide mi ihtiyaç var mıdır yoksa ilahi olarak doğrudan kalbe akan bir ilimdir diyebilir miyiz?


-Ledün ilmi gönülden gönüle aktarılan bir ilimdir. Bunun için edep, saygı, tevazu, dikkat gibi şartların da sağlanmış olması gerekir.


-Her şeye karşı çok büyük bir dikkat içinde ve daimi teyakkuz halinde olmak da böyle bir ilme ulaşma konusunda bir aşama sağlar mı insana?


-Evet, sağlar.


-İnsanın kendi gayreti de bu süreci hızlandırıyor o zaman?


-Öyle.



***


- Efendim, çok mütevâzı, eski eşyalarla döşeli bazı evlerde insanı çok dinlendiren, ferah, aydınlık bir hava oluyor. Bazı evler çok güzel döşense, çok güneş alsa bile yine de insanda bir daralma hissi uyandırıyor?


-Bu işte o evde oturan insanlardaki elektrikle ilgili.


-Yani bir evde yaşayan insanların ruh hali o evin eşyasına da mı sirayet ediyor?


-Tabi. Mesela ben yurtdışı gezilerimde kilisleri de hep girip gezerdim. Dikkat ettim, insanda ferahlık hissi uyandıran bir tek kilise yoktu. Hepsinde de insana bir sıkıntı, bir bunalma hissi geliyor.


-Efendim, orada maneviyat adına yapılan yanlışlara, tanık olduğu durumlara eşya da kendi hal dilince isyan ediyor, şikayet ediyor diyebilir miyiz?


-Öyle.


-Efendim, mesela bazı konferanslara katılmak üzere farklı yerlerde otellerde kalmamız gerekmişti, hepsi de belli bir standardın üzerinde olan yerlerdi. Ancak otel odaları bende hep bir bunalma ve sıkıntı hissi uyandırdı. Ne kadar lüks döşenmiş olsa da otel odalarında insana kasvet veren bir hal oluyor.


-Hocam, Münir Derman Hazretleri anlatmıştı. Bir konuşma yapmak için gittiği bir yerde kalacağı otele yerleştiriliyor. Otel odasının duvarları boydan boya ayna kaplı imiş. Ertesi günü otele ziyaretine gittik. “Sabri oğlum, beni buradan götürün, sabaha kadar gözümü kırpmadım. Bu odada zina etmiş bütün insanların durumları aynalardan sabaha kadar yansıdı durdu, çok rahatsız oldum.” dedi. Onu o gün oradan alıp başka bir yere yerleştirdik.


-Efendim, aslında bütün bitkilerin, hayvanların, eşyanın da hem bir hafızası hem de bir dili var ama biz onların bizimle konuştuklarını, anlatmak istediklerini tam olarak algılayamıyoruz, onları işitemiyoruz, belki de işitmemiz daha iyi bazen?


-Mesela Münir Bey, “İnsanlar, lüks lokantalarda karideslerin canlı canlı kaynar suya atıldıkları zaman kopardıkları haykırışı duysalar hemen orada çıldırırlar.” derdi. Ama insanlar ne yapıyor, onca para vererek onları afiyetle yiyor.


-Böyle bir yemek de şifa değil dert olur herhalde?


-Öyle yavrum.


***


Bugün, çok değerli gönül dostumuz ressam Aynur Gülşen Hanım ve Ressam Nisa Hanım bizlerle beraber. Ankara’da Sayın Büyüğümüzle birlikte Sanatçılar Köyü’nü ziyaret ediyoruz. Sohbetimize başka ressam hanımlar da katılıyorlar. Bazıları Sayın Büyüğümüzü tanıyorlar, yazılarını takip ettiklerini söylüyorlar. Birkaçı en son konferansında da bulunmuşlar. Hanım ressamlar bazı sorularını Sayın Büyüğümüze soruyorlar, kendileri de bazı konularda fikirlerini ve hayat tecrübelerini paylaşıyorlar.


Ressam hanımlardan birisi anlatıyor:


-Efendim, biz eşimle Valencia’ya gitmiştik. Rehber bizi gezdirdikten sonra dedi ki “Efendim, lütfen gökyüzüne çok dikkatli bakın ve gördüğünüz güzellikleri içinize kaydedin. Çünkü Valencia’daki gökyüzü hiçbir yerdekine benzemez.” Ben de bunun üzerine uzun uzun gökyüzüne baktım ve adama dedim ki: “Beyefendi, size katılmıyorum. Benim ülkemde de gökyüzü en az buradaki kadar güzeldir.” Adam tabi kabul etmeye yanaşmadı, çünkü işine gelmedi. Bunu kendi reklamları için kullanıyorlar. Gerçekten de ben bunları söylerken samimi idim. Gezi yazıları da yazıyorum bir dergide. O yazılarımda da hep şunu söylerim: “Yurtdışını gidin, gezin, görün ama ülkenize geri dönmeyi unutmayın.”


-Öyle yavrum. Ben bir keresinde İtalya’ya gitmiştim. O, İtalyan filmlerine konu olan meşhur “Aşk Çeşmesi” ni muhakkak göreceğim dedim. Gittik. Bir de baktım bizde köylerde ineklerin su içtiği yalaklar vardır. Onlar gibi bir şey, hiçbir özelliği yok. Ama öyle bir reklamını yapıyorlar ki. Biz kendi çevremizdeki, etrafımızdaki güzellikleri göremiyoruz. Önemli olan bakmasını bilmek. Bir insanın farketmediği bir güzelliği bir başka insan çok rahat farkedebiliyor, algılayabiliyor. Boudler’e sormuşlar, “Sizi en çok ne etkiler?” demişler. O da “Bulutlar” cevabını vermiş. Mesela bu konuda güzel bir örnek vardır: İngiliz kralı Edward bir gün ayakkabı almak için çıkıyor, bir ayakkabıcıya giriyor. O sırada Madam Simpson, küçük bir işyerinde daktilo olarak çalışan dul bir hanım, ayakkabı almak için aynı saatte o mağazaya geliyor. Kral, Madam Simpson’u görür görmez çok etkileniyor ve aşık oluyor. Bir süre sonra sarayda halktan bir kadına aşık olduğunu ve onunla evlenmek istediğini açıkladığında, “Aman efendim,” diyorlar, “nasıl olur. Siz bir kralsınız. Böyle bir hanımla saray kuralları gereği evlenmeniz imkansız. Krallıktan fedakarlık etmedikçe bu evliliğin gerçekleşmesi mümkün değildir.” “Öyle mii,” diyor kral, “o halde hemen getirin kalemi kağıdı, krallıktan feragat ettiğimi yazıp, imzalayayım.” Ve sonra Madam Simpson’la evleniyorlar ve birlikte çok mutlu oluyorlar. Madam Simpson’a belki o zamana kadar birçok kimse bakıyor ama ondaki güzelliği, inceliği, zarafeti sadece Kral Edward farkediyor, uğruna tacını, tahtını feda edecek kadar her şeyi göze alıyor. Ben de eşim Rana Hanım’ı görür görmez onunla evlenmeyi kafama koymuştum.


-Efendim, ama yine de bir yıl beklemişsiniz onunla evlenmek için?


-Eee, o da benim taktiğim.


-Efendim, sizce evlilik ilahi bir planın sonucu mudur? Yani mesela Madam Simpson ile Kralın aynı zamanda ayakkabı almak üzere orada bulunması, sizin Rana Hanım’la karşılaşmanız... Evlilik eş iki ruhun ilahi planda bir araya getirilmesiyle mi başlıyor?


-Öyle yavrum. Doğru. Mesela Rana ben Danıştay’a girmeden daha önce oraya girmiş, çalışıyordu. Ben ise 27 Mayıs ihtilali olunca hiçbir yerde iş bulamadım. Sonra Danıştay sınav açınca sınava girdim, bin kişi arasından birinci olarak kazandım, hemen işe başladım. Pekala daha önce başka bir yerde de çalışmaya başlamış olabilirdim. Rana Hanım’dan önce de samimi olarak söylüyorum evlenmeme konusunda kesin kararlıydım. Ama onu daha ilk gördüğüm anda her şey değişti.


-Efendim, bazı kimseler: “İlk evlilik ilahi bir planın sonucudur. İkinci evliliği ise insanın kendi iradesi belirler.” diyorlar. Ne dersiniz?


-Yavrum, bırakın şimdi ikinci evliliği. Sizler ilk evliliğinizde mutlu olmaya bakın. Ben ilk evliliğinde mutlu olamayan bir kimsenin ikinci evliliğinde mutlu olduğunu hiç görmedim. Çünkü ilk evlilikte yapılan hatalar ikincide de tekrar ediyor ve hiçbir şey değişmiyor.


- Efendim, siz geriye baktığınızda evliliğinizde bu kadar mutlu olmayı nelere bağlıyorsunuz?


-Yavrum, ben yıllarca Yargıtay’a gidip boşanma davalarını incelemiştim. Boşanmaların iki temel sebebi vardı: Birincisi “sadece benim dediğim olacak” demek. İkincisi de “para meselesi”. O nedenle ben de ilk olarak evlendiğimiz gün daha evimize girerken Rana Hanım’a bir mukavele teklif ettim: “Rana, bu evde ne senin dediğin olsun ne de benim dediğim, sadece ama sadece Allah’ın ve Peygamberin dediği olsun.” dedim. Rana Hanım da “Kabul, Sabri” dedi ve kırk dört yıl hep bu mukaveleye bağlı kaldık. Boşanmaların ikinci sebebi olarak para meselesini gördüğüm için evliliğimizin ertesi günü eşime “Rana’cığım,” dedim, “ben paradan nefret ederim, elimi bile sürmek istemem. Maaşımı alınca her ay sana getireyim, evi lütfen sen idare et.” Rana, kesinlikle kabul etmedi, “Hayır, Sabri,” dedi, “ben de paradan en az senin kadar nefret ederim. Hem evin erkeği sensin. Lütfen maaşımı ben sana getireyim, evi sen idare et.” O günden sonra bizim evde hiç para lafı edilmedi. Bir şey için para harcayacak olsak ne kadar harcadın diye bile birbirimize sormazdık.


-Peki, çok az da olsa hiç kavga, münakaşa olmadı mı aranızda?


- Hayır yavrum, biz bir kere bile münakaşa etmedik. Bir güzelliği yaşamak varken münakaşa niye olsun?


(Ressam Hanım ısrar ediyor) :


-Ama az da olsa ufak tefek münakaşalar bazan iki insanı daha çok birbirine bağlamaz mı, evliliğe bir heyecan getirmez mi?


-Hayır yavrum, bu tamamen yanlış bir düşünce. Kadınla erkek arasında çok hassas bir denge var. Bunu çok iyi korumak lazım. Necip Fazıl, bir piyesinde bunu çok güzel anlatıyor: “Kadınla erkek arasında öyle hassas bir cazibe muhiti var ki bazan en olmayacak sebeplerle renk gibi uçar, duman gibi dağılır. Artık hiçbir gayret ve fedakarlık onu geriye iade edemez.” diye. Şurası da bir gerçek ki ben eşime olağanüstü bir saygı gösterdim. Bana evliliğinizde nasıl olur da hiç kavga olmaz diye hayret edenler bu hususu unutuyorlar.


(Sohbetimiz “kadın ve sanat” ağırlıklı olarak Sayın Büyüğümüzle ressam hanımlar arasında devam ediyor. Bir süre sonra vedalaşarak ayrılıyoruz.)


***


(Tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmak isteyen bir aile hakkında konuşuluyor) :


Sayın Büyüğümüz:


-Ne demek tüp bebek? Bu Allah’ın kanunlarını zorlamaktan başka bir şey değil. Madem ki Allah çocuk vermiyor, o zaman demek ki onda da bir hayır vardır. Bizim Rana Hanım’la çocuğumuz olmadı ama biz bunu bir tek gün bile sorun yapmadık.


Dr. Nermin Hanım:


-Efendim, zaten bu yolla doğan çocuklarda bazı sağlık problemleri çıkıyor ileride. Doğal olarak kadın ve erkek hücrelerinin biraraya gelmesi sırasında en sağlıklı, en az risk unsuru taşyan erkek hücresi ilahi bir plan gereği seçiliyor ve o hücre ile kadın yumurtası biraraya gelerek embriyo gelişmeye başlıyor. Halbuki tüp bebek yönteminde bu seçimi yapmak doktora bağlı. Onun seçtiği herhangi bir erkek hücresi ile döllenme sağlanıyor. Bu da tabi birçok riski beraberinde getiriyor.


Soruyoruz:


-Efendim, bazı kimseler de ultrason ile çocuğun cinsiyetini öğrenmeye çalışıyorlar doğumdan önce. Siz anne karnındaki çocuğun anne baba arasındaki bütün duygu alış verişini hissettiğini ve bunlardan etkilendiğini söylüyorsunuz. Böyle cinsiyetin dışardan görüntülenmesi anne karnındaki çocuğu rahatsız etmez mi acaba?


-Ediyordur tabi. Belki de o göbeğini açmaktan utanmayan kızların haya duygusu ta o zamanlardan örseleniyordur.


Dr. Nermin Hanım:


-Efendim, Çiğdem kardeşimin sorusu bana çok düşündürücü geldi. Çünkü bizde cinsiyeti ultrasonla tespit edilemediğinde o çocuk için büyük ihtimalle kız çocuğudur denilir. Çünkü bazan kız çocukları bu esnada bir şekilde arkalarını dönüp görüntüye mani oluyorlarmış.


-Aman Yarabbi...


Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Makamı Âli Olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]