Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Gerçek anne babalık, çocuğu hayata hazırlamakla olur.
Gönderen : Sabri Babadan Mektup
Tarih : 3/17/2023 3:35:06 PM


.
MUHTEREM SABRİ TANDOĞAN BÜYÜĞÜMÜZDEN MEKTUP
*GERÇEK ANNE BABALIK ÇOCUĞU HAYATA HAZIRLAMAKLA OLUR*
Kıymetli yavrum,
Beş yaşındaydım, Ankara’da Karyağdı Hatun türbesinin yanında İsmail Ağa’nın üç katlı ahşap evinin üst katında oturuyorduk. Evin her tarafı ahşaptı. Gece, on ikiden sonra tahtalar fırçalanırdı. Amaç, fırçalanma işlemi bittikten sonra ayak basılmamasıydı. Yoksa leke kalırdı. Rahmetli annem, her hafta bu tahtaları fırçalardı. Ve beni de yardıma çağırırdı. Komşular hayret ederdi. Sabiha Hanım derlerdi, seni anlayamıyoruz. Hem oğlunu, benzeri görülmemiş bir sevgiyle ölesiye seviyorsun, hem de masum çocuğa gece on ikiden sonra tahta fırçalatıyorsun. Bu zulüm değil mi?

Rahmetli annem, edebiyat öğretmeniydi. Üç yabancı dil bilirdi. Fevkalade kültürlü bir insandı. Şiir gibi konuşurdu. Kendine has bazı eğitim ilkeleri vardı. O, eğitimi, çocuğu hayata hazırlamak olarak görüyordu. Amaç derdi “çocuk hayatta yapayalnız kaldığı zaman, ayaklarının üzerinde dimdik kalabilmeli. Ben oğlumu çok seviyorum, yarın hayatta yapayalnız kaldığı zaman onun bir beyefendi gibi yaşayabilmesini, hayatını pırıl pırıl sürdürebilmesini istiyorum”. Seneler böyle geçti.

İlkokul ikiden itibaren evin mesuliyeti bana geçti. Sabahleyin kalkar, kahvaltıyı hazırlardım. O zamanlar sarı renkte gazocakları vardı. Her sabah, onu Besmele ile, itina ile yakar, çayı demlerdim. İlk defa üç yaşındayken annem beni çivit almaya yolladı. O zamanlar çamaşır yıkanırken çivit kullanılırdı. Çiviti bakkaldan alıp eve getirirken kendimi muzaffer bir kumandan gibi hissettim. İkinci olarak karabiber, tembih etti. Çapamarka olacak dedi. Bakkala gittim, karabiber istedim, “Ama dedim bir şartım var, ille çapamarka olacak”.

Altı yaşındaydım, bir gün babamın bir arkadaşı gelmişti, elini öptüm, hoş geldiniz dedim. Beni okşadı ve yüz para harçlık verdi. O zaman tırtıllı kırk paralar vardı. Kırk para bir kuruş demekti. İki tane bir kuruş, iki tane delikli on para, toplam olarak yüz para ediyordu. Ne yapayım diye düşündüm. Fırından ekmek aldım, bakkaldan helva aldım eve geldim. Ekmeğin içini çıkaracak, helvayı koyacak, dürüm yapacaktım. Fakat ekmeğin içini çıkarttığım zaman içinde minicik karıncaların kaynadığını gördüm. Fevkalade canım sıkılmıştı. Ekmeği aldığım gibi karakola gittim. Kapıda polis nereye gittiğimi sordu. “Komisere gidiyorum” dedim. Komiser sordu, “Nedir mesele” dedi. Durumu anlattım. Komiser dedi ki “Bu aramızda sır olarak kalsın, kimseye bir şey söyleme, yarın sabah fırının önünden şöyle bir geç”. Dediğini yaptım. Kapıda beyaz bir karton vardı. Altta kırmızı bir mühür. Fırının bir ay süreyle kapatıldığı yazıyordu.

Aradan zaman geçti. Yine bir misafir geldi. Elini öptüm, yüz para verdi. Düşündüm, ne yapayım diye. O sıralar Ankara’ya Antep yöresinden küçük tahta kutular içinde kuru baklava gelirdi. Tadına doyum olmazdı. Lezzetini hala damağımda hissederim. Bakkala gittim, yüz parayı verdim, kuru baklava aldım. Bakkal paket yaptı, bana verdi. Paketi büyük bir saltanatla eve götürdüm. Sevinçten uçuyordum. Eve gelince paketi açtım, tabağa koyacaktım. Birdenbire leş gibi bir koku etrafa yayıldı. Tepem atmıştı. Paketi kaptığım gibi doğru karakola gittim. Komiser beni görünce gülümsedi. Hoş geldin, dedi, oturttu. Ne olduğunu sordu. Ben de büyük bir ciddiyetle durumun vehametini anlattım. Komiser, “Sabahleyin bakkalın önünden geç” dedi. Dediğini yaptım. Yine kırmızı mühürlü karton, ve bakkalın bir ay kapatıldığı yazıyordu.

Kısa zamanda bu yaptıklarım bütün mahallede duyuldu. Esnafın benden ödü kopuyordu. Adımı “Müfettiş Bey” koymuşlardı. Komşu teyzeler misafirleri geleceği zaman rica ederler, eti, sebzeyi, bana aldırırlardı. Aman derlerdi, yavrum, nasıl olsa biz senin gibi mal alamayız. Bi zahmet bize yardım eder misin? İlkokul ikideydim. Sabahçıydım. Okuldan çıkınca eve gelirdim. Sobayı yakardım, külü dökerdim, ertesi günün odun, kömürünü çıkarırdım. Çırasını yarardım. Sol elimin baş parmağında o günlerden kalma bıçak yarası hala vardır. Merak eden varsa gösterebilirim. Bu işler bitince evi süpürür, toz alırdım. Sonra çarşıya çıkar, ne yemek pişirilecekse onun malzemelerini alırdım. Eğer akşama nohut, fasulye gibi bir yemek pişecekse, haşlanması için tencereyi sobanın üstüne koyardım. Sonra da oturur derslerime çalışırdım. Şimdi, liseye giden, üniversiteye giden öyle kız çocukları görüyorum ki, anneleri kaşıkla ağızlarına yemek uzatıyor. Ne yazık ki böyleleri de var. Böyle çocuk yetiştirilmez. Bu çocuğa yapılan bir büyük ihanettir. Böyle anneler çocukların geleceğini kararttıklarının farkındalar mı?

Bir de çok yanlış önyargılar var, erkek çocuk mutfağa girmez, erkek çocuğun eline iğne verilmez. Bunlar ne aptalca, ne sersemce sözler. Bunlar hayatı hiç mi hiç anlamayan bir takım aptal, geri-zekalı, kendini aydın sanan kimselerin safsataları. Bütün beş yıldızlı otellerin ahçıları erkek. Hani erkek çocuk mutfağa girmezdi. Dünya moda merkezi Paris’in en ünlü modacılarının hepsi erkek. Hepsi şiir gibi dikiş dikiyorlar. Hani erkek çocuğun eline iğne verilmezdi.

Kıymetli yavrum, kız, erkek ayrımı yapmadan, onları şımartmadan, onları kudurtmadan ne olur, hayata hazırlayabilsek. Onların bir gün yapayalnız kaldıkları zaman ayaklarının üzerinde dimdik durmalarını sağlayabilsek. Bugün çocuk bayramı var, çocuk esirgeme kurumu var. Birtakım cicili, bicili sosyete hanımlarının şerefe kadeh kaldırdıkları nice kuruluşlar var. İçinde a’dan z’ye bütün pisliklerin kum gibi kaynadığı çocuk yurtlarının bağlı olduğu anlı şanlı, cakalı, fiyakalı bazı kurumlar var. Ama her gün, bazen ağlayarak, bazen ıstırap çekerek her akşam televizyonlarda seyrettiğimiz tinerci çocuklar, kapkaççı çocuklar, dilenci çocuklar... Bunların üzerine ciddi olarak eğilen, meseleyi çözüme götürmek isteyen kim var, siz söyleyin.

Taa ilkokul yıllarımdan beri şunu düşünürüm: Benim askerlik yaptığım yıllarda yarım silindirik yapılar vardı. Basit, mütevazı, son derece ucuz. Şehir dışlarında siteler kursak, bu çocukları toplasak, yeteneklerine göre mesleklere ayırsak. Hem onları çalıştırarak, meşgul ederek iş güç sahibi yapsak, onların temiz gıda almalarını, temiz yataklarda yatıp uyumalarını, temiz iş elbiseleri giymelerini sağlasak. Sonra iş çıkışları, akşamları onlara eğitici, yetiştirici, manevi değerler aşılayıcı filmler göstersek. Onların yeteneklerine göre resim, şiir, edebiyat gibi güzel sanatlara yönelmelerini sağlasak, akşamları gönüllü olarak gelecek pedagoglar, eğitimciler, psikologlar, güzel sohbet edenler, onları psikolojik yönden, manevi yönden destekleseler. Ama cart curt varken, hava basmak varken bu meselelerle meşgul olmak kimin aklına gelir ki? Ben şuyum, ben buyum diye ortaya çıkanlar kölesi oldukları nefislerine hizmetten başka ne yapıyorlar?

Sevgili yavrum, şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Ümit dünyası, belki bu garibin sözlerine kulak verecek birisi çıkar da…..
Efendim, dualarınızı bekliyor, selam, sevgi ve saygıların hiç bitmeyecek olanını sunuyorum.

Sabri Tandoğan

Onun ve Hakka Göçen Ailesinin Aziz Ruhlarına Fatihalarla.

*Selamlar, hayırlara, esenliklere, güzelliklere vesile olacak cumalar.*

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]