Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Muhterem Sabri Tandoğan Büyüğümüzün çocukluğundan anılar.
Gönderen : Siteden
Tarih : 12/5/2023 5:09:49 PM


.
MUHTEREM SABRİ TANDOĞAN BÜYÜĞÜMÜZLE ONUN İLKOKUL YILLARI HAKKINDA SOHBETİMİZDEN
– Efendim, sizin ilk öğretmenleriniz babaanneniz ve anneniz olmuş, hâl diliyle örnek olmuşlar size. Peki ilkokula başladığınızda neler hissettiniz? Aradıklarınızı bulabildiniz mi okulda?
SABRİ BABA:
-Hayır. Çünkü ben ilkokula başladığımda bir kitaplık dolusu kitap okumuştum. Öğretmen tahtaya harfleri yazdı. Ben gülmeye başladım. Hoca, “Madem öyle, gel bu kitabı oku bakalım” dedi. Meğer o aralar Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı eserini okuyormuş. Başladım okumaya. Hoca şaşırdı, “anlaşıldı,” dedi, “biz ders yaparken sen şöyle otur, istediğini oku. Bu kitabı tiyatro sanatkârları bile bu kadar akıcı okuyamazlar” dedi. O zamanlar sınıf atlama yoktu, mevzuat uygun değildi.
Okul hayatım hep bu şekilde devam etti. Bir gün lisede sömestr tatiline girmeden, hoca, “Tatilde Fransız İhtilâlini kitaptan çalışın gelin, dönüşte anlattıracağım” dedi. Ben gittim, Albert Sorel’in üç ciltlik “Fransız İhtilâli” adlı eserini aldım, okudum. Sömestr tatili bitti. Hoca derste sordu, kimler hazırlandı diye. Herkes başını önüne eğdi. Ben el kaldırdım. Tahtaya çağırdı. “Fransız İhtilâline geçmeden önce” dedim, “bu ihtilâli hazırlayan sosyal, siyasal ve ekonomik sebeplere bir göz atalım.” Bunu duyunca hoca şaşırdı. Laz Hayri derlerdi, çok iri bir adamdı. Sınıfa önce göbeği, biraz sonra da kendisi girerdi. “Yavrum” dedi, kürsüyü gösterdi, “ayakta kalma, gel buradan anlat, senin yerin burası.” Tam dört saat konuyu anlattım. O zaman daha lise ikideydim. Hukuk Fakültesinde de durum değişmedi. Genel sınavlar yapılırdı, tek tek sözlü sınav için jüri önüne çıkılırdı. Herkes salonun dışında elinde kâğıtlarla telâş içinde ezber yaparken, ben cebimden şiirler çıkartır, onları okurdum.
– Henüz ilkokuldayken bile arkadaşlarınızın dertlerine çare arar mışsınız?
Evet, meselâ gelirlerdi, “babam çok dövüyor, ne yapayım?” derlerdi. Dertlerini anlatırlardı. Ben de onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini anlatırdım.
– Çocuk yaşlarda olmanıza rağmen bu nasıl oluyordu?
Çok küçük yaşlardan itibaren çok iyi bir gözlemciydim. Annem beni alır misafirliğe götürür, bir sandalyeye oturturdu. Onlar sohbet ederken, ben oradan bütün hanımları etüd ederdim: “Bu hanımın mutfağı nasıldır, evi temiz midir, güzel yemek yapar mı, kocasıyla ilişkileri nasıldır...” Tabi bunları kimseye anlatmazdım... Bu bir ömür boyu devam etti.
Beş yaşındaydım. Arkadaşlarla sokakta oynuyorduk. Komşumuzun kızına görücü gelecekti. Yanımızdan geçtiler, eve girdiler. Damat adayını hiç gözüm tutmadı. Bakışları hoşuma gitmemişti, bir tuhaftı. Görücü gelen kızın annesi, kocasına “Bey, bir de komşunun oğlu Sabri’ye sorsaydık, damat adayı hakkında ne düşünür diye” demiş. Adam da “Kafamı kızdırma hanım, kız verirken elin beş yaşındaki çocuğuna mı danışacağız” diye kadını azarlamış. Annemle akşam konuştuk. “Anneciğim,” dedim, “o evlilikten hayır gelmez. Çünkü o adam sapık.” Hakikaten de kız altı ay sonra adamdan boşandı, sapık diye. İşte şimdi bunu akılla izah etmeye kalksanız, akıl orada durur.
Yeni evliydik. Bir gün eve geldim, Rânâ’nın arkadaşları vardı salonda. Kısa bir süre salona bir şey almak için girip çıkmam gerekmişti. Sonra akşam Rânâ sordu, “Nasıl buldun arkadaşlarımı?” dedi. “Hangisini?” dedim. “Meselâ köşede oturan” deyince, ona tam üç saat o hanımı anlattım. Rânâ şaşırdı, “Önceden onunla bir tanışıklığın mı vardı yoksa” diye sordu. Oysa o hanımı sadece bir kez görmüştüm, o içeri giriş çıkış sırasında. Halen de ilk gördüğüm insanı hemen tahlile başlarım.
– Bir de çok yardımsevermişsiniz çocukken?
Ha, evet. Mahallemizde Karyağdı Türbesi’nin yanına belediye hurda bir otobüs bırakmıştı. Orayı ispirtocular ikametgâh yapmışlar. Ben harçlığımla onlara simit alır götürürdüm. Bir gün baktım birisi üşütmüş. O günlerde daha okula gitmiyorum. Yakında da sünnet olacağım. Annem bana çok özel bir Avrupa kumaşından yorgan diktirmişti, o benim üzerime örtülecek. Çok güzel pembe bir yorgan. Daha onun kumaşı kadar güzel bir kumaş hiç görmedim. Hemen eve geldim, yorganı kaptığım gibi ispirtocuya götürdüm. Üstünü örttüm. Sonra harçlığımdan aspirin aldım, adama içirdim. Posta Caddesi’nde Başkent Eczanesi vardı o zaman. Adam sonra iyileşmişti. O akşam evde olanları bir bir anneme anlattım. Annem bana baktı, “Aferin yavrum” dedi. Eğildi, beni alnımdan öptü. “Çok iyi etmişsin. Yalnız, bu yorgan işini baban duymasın. Evde olay çıkar. Biz gidelim, başka bir yorgan yaptıralım” dedi.
Bir gün de geldim baktım, mahallenin çocukları toplanmışlar, aralarında para toplamışlar, o ispirtocuya “Eğer bize biraz oynarsan bu paraları sana veririz” demişler. Etrafını çevirmişler. Adamcağız hem oynuyor, hem gözlerinden akan yaşları siliyor, ne hallere düştük diye. Hemen cebimde ne kadar harçlığım varsa çıkardım, çocuklara dedim ki “Bu para sizinkinden fazla.
Alın, adamı rahat bırakın.” Sonra adamı otobüse geri gönderdim.
Bir gün annem bana “Oğlum, kalk seni gezmeye götüreceğim, ayakkabılarını boyat” dedi. Hemen boyacıya koştum. Ayakkabılarımı boyattım. “Ne vereceğim?” dedim. Adam, “Ağalığına kalmış beyim” dedi. Ay bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. Çıkardım, cebimde ne var ne yoksa adama saydım.
İşte böyle. Benim çocukluğum bir film gibiydi. Bakarsınız bir gün bir senaristin eline geçer de bunlardan bir film yapar.
– Annenizin sizin eğitiminizde çok büyük yeri var değil mi efendim? Meselâ o yorgan olayında gösterdiği asil davranış ne güzel. Bugün kaç anne bunu yapabilir?
Öyle. Annem edebiyat öğretmeniydi. Kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Beni de çok küçük yaşlardan itibaren hayata hazırladı. O benim kendi ayakları üzerinde durabilen bir insan olmamı istiyordu. Beni ona göre yetiştirdi. Beş yaşındaydım, “Haydi oğlum” dedi, “sen artık delikanlı oldun, kendi kahvaltını bundan sonra kendin hazırla.” Bu söz bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. O günden sonra kendime sabahları tereyağında yumurta yapar, bal tenekesinden bir tabak bal çıkarır, çorba kaşığıyla yerdim. İlk çorbamı beş yaşındayken yaptım. Pirinç çorbası; domatesli, maydanozlu. Tadı hâlâ damağımdadır.
Annem bana geceleri saat onikide tahta fırçasıyla merdiven fırçalatırdı. Sabaha tertemiz kurumuş olsun diye. Evin bütün işlerine bakardım annem okula gidince. Temizlik, alışveriş, odun kırma, yemekler için ön hazırlık... Komşular “Aman Sabiha Hanım niye o küçücük çocuğa eziyet ediyorsun?” derlerdi. O da “Siz benim işime karışmayın, ben oğlumu hayata hazırlıyorum” diye cevaplardı.
Bir gün sofraya bamya geldi. “Ben bamya yemem” dedim. Sandım ki annem bana başka bir şey hazırlar. Ama annem öyle yapmadı. “Sen bilirsin,” dedi, yemeği önümden aldı. Onlar afiyetle yediler. Ben kaldım aç karnına. Akşam da bir şey yiyemedim. Sonra gece el ayak çekilince dolaptan bamya tenceresini çıkardım, bamyaları mideye indirdim. O günden beri en sevdiğim yemek bamyadır. Annem orada bana çok büyük bir ders vermişti. Çocuk ailenin şartları neyse ona uyması gerektiğini bilmeli. Annem de bu düşünceyle hareket ediyordu.
Yıl sonunda, ilkokulda sınıf birincisi olmuştum. Gururla geldim, anneme söyledim. Beni bu halde görünce şımarmayayım diye hiç yüz vermedi, “Ne yapalım,” dedi, “birinci olduysan, karın sevinsin.”
Bir gün beni tek başıma lokantaya yemek yemeğe gönderdi, orada da usûl öğreneyim diye. Gittim, oturdum. Alaburus tıraşlı bir garson geldi. “Ne yiyeceksin bakalım” dedi. Ben de “kuru fasulye istiyorum” dedim. Getirdi. Sonra yemek bitince geldi. “Doydun mu?” dedi. “Doymadım” dedim. “Ne getireyim?” dedi. Bu sefer de taze fasulye istedim. Garson iki elini birbirine vurdu, “İşte,” dedi, “parmak kadar çocuğu tek başına lokantaya gönderirsen böyle olur. Hiç taze fasulyeyle kuru fasulye aynı anda yenir mi?” Ben gayet sakin “Niye böyle söylüyorsunuz,” dedim, “taze fasulyenin tadı ayrı, kuru fasulyenin tadı ayrı.”
Bir gün de annem beni pazara gönderdi. “Git,” dedi, “bir kilo domates al gel.” Gittim, aldım, geldim. Annem açtı baktı, hepsi çürük, yalnız nasılsa bir tane küçük sağlam domates koymuş adam. Ben kıpkırmızı olmuştum ama annem hiç kızmadı, o küçük sağlam domatesi yıkadı, “Bak oğlum,” dedi, “eğer bundan sonra alışveriş yaparken çok dikkâtli olursan, bütün domatesleri bunun gibi alabilirsin.” Sonra o domatesi gidip misafir teyzelere gösterdi, “Bakın” dedi, “benim oğlum ne güzel domates almış. Bundan sonra hep böyle alacak.” O günden sonra tek başıma pazara gider, evin alışverişini en güzel şekilde yapardım. Bakkalın, manavın, kasabın benden ödü kopardı. Bozuk mal satanları karakola bizzat gider şikâyet eder, dükkânlarını birer ay kapattırırdım. Komşu teyzeler “Yavrum,” derlerdi, “sen bizden daha iyi alıyorsun, misafir gelecek, haydi şunları şunları bize alıver.”
– Çocukken de etrafınızdaki güzel insanlara, davranışlara dikkat eder miydiniz?
Evet, tabi. Meselâ beş yaşındaydım. O zamanlar Ankara’da odun kırıcılar olurdu. Sokaklardan bağırarak geçerlerdi, “Odun kıran, odun kıran” diye. Bir gün babam böyle bir adam çağırdı kışlık odunları kırdırmak için. Adamın yanında küçük bir oğlu vardı. O gün hep adamı seyrettim. Öyle güzel bir odun kesişi vardı ki. Hepsi aynı boyda. Yunus’un dergâha taşıdığı odunlar gibi... Oğlu o arada bir kavgaya karışmıştı. Onu kenara çekip uyarışı hâlâ gözümün önündedir.
Bir gün de yine annem beni bakkala kibrit almaya gönderdi. İçeri girdim, “Bir kutu kibrit istiyorum” dedim. Adam kızdı, “Veremem” dedi. Şaşırmıştım. “Niye?” dedim. Dedi ki “Çünkü sen içeri girerken selâm vermedin. Ben selâm vermeden girene mal vermem. Şimdi çık, biraz dolaş. Sonra gel, selâm ver, isteyeceğini ondan sonra söylersin.” Çok utanmıştım. Kıpkırmızı oldum. Hemen dediklerini yaptım. Biraz dolaşıp geri geldim. Bu sefer içeri girerken önce selâm verdim. “Hah, şöyle” dedi. Kibriti verdi, bir de yanında çikolata vardı. “Bu da selâm vererek girdiğin için benim sana hediyem” dedi. Onun bu hareketi beni çok etkilemiştir. Yıllarca üzerinde düşündüm. Bana çok büyük bir ders vermişti bakkal amca. Allah ondan razı olsun.
Bir gün de annem bana “Ayakkabılarını hemen boyat, gel. Misafirliğe gideceğiz.” dedi. Hemen mahallemizdeki ayakkabı boyacısı Osman Efendi’ye koştum. “Acele boyar mısın?” dedim. Yağız bir Anadolu insanı idi Osman Efendi. Başını kaldırdı, yüzüme baktı. “Kusura bakma beyim ama boyayamam” dedi. Fazla para istiyor sandım, “İki katını vereyim, boya” dedim. “Gene olmaz” dedi. “Niye peki?” dedim. “Ben acele iş yapmam. Sonra boyacı Osman Efendi’nin boyadığı ayakkabı bu muymuş derlerse, benim intihar etmem lâzım” dedi. Bu hareket de beni çok etkilemiştir. Hayat boyu bana ışık tuttu Osman Efendi’nin bu davranışı. İşini güzel yapan insanlara her zaman için hayranlık duymama neden oldu bütün bunlar...
Aziz Ruhları Şad Olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]