Sayın Göksu Bey,
16.7.2007 tarihli mailinizi aldım.
Kıymetli yavrum, seni o kadar iyi anlıyorum ki. Orada hissettiklerin, yaşadıkların, şahit oldukların aynen gözlerimin önünde. Sevgili yavrum, böyle mekanlardan sıkılmak, yer yer utanç duymak o kadar doğal ki. Eğer aksini söyleseydin o zaman sana karşı olan sevgim ve saygım da büyük azalmalar olurdu. Ta çocukluk günlerimden beri bu tür düğünlerden hep sıkıldım, rahatsız oldum. Zaman zaman tiksindim, iğrendim, midem bulandı. Bir kere düğüne gelen hanımların kıyafetleri beni rahatsız etti. Ne yazık ki birçok hanım kendilerini teşhir eden kıyafetleri giymeyi zorunlu sayıyorlar. İkincisi bu yüksek sesli müzik kulakları tırmalıyor, insanın iç dünyasını delik deşik ediyor, yaralıyor. Sonra o oyun denilen kepazelik. Koca koca yaşını başını almış, enseli göbekli, sözümona beyefendiler, sözümona hanımefendiler çıkıp şıkır şıkır çingenelere taş çıkartacak şekilde göbek atıyorlar, kıvırıyorlar. İşte bu bölüm tiksindirici, iğrendirici, hatta kusturucu oluyor. İş bununla da kalmıyor. Birçok düğünde marifetmiş gibi gelen hediyeler ilan ediliyor. Aman Yarabbi, insanlık bu kadar düşebilir, küçülebilir... Kim bu adeti çıkarttıysa rahmetli babannemin tabiriyle “Sinde, mezarda rahat yatmasın”. Bana akıl almayacak kadar iğrenç geliyor bu adet. Ne demek ilan etmek. Herkes kendi imkanlarına göre birşeyler getiriyor. Belki bir insanın gönlü çok yüce, en büyük hediyeleri getirmek istiyor, ama imkanları o kadar kısıtlı ki, o kadar zor şartlar altında yaşıyor ki küçücük bir hediye getirebiliyor. Şimdi o hassas, temiz, ince ruhlu insanın, yüce gönüllü insanı orada teşhir etmenin ne anlamı var? Onu ıstırap içinde bırakmaya kimin ne hakkı var? İnsanlardüğünden çıktıkları zaman dayak yemiş gibi oluyorlar. Düğünden çıkan bir insanın huzur içinde, melekler gibi bir uyku uyumasına imkan var mı? İşittikleri, şahit oldukları, gördükleri, hissettikleri onu günlerce tedirgin ediyor. Arkasından dedikodu furyası başlıyor. Efendim, böyle düğün mü olurmuş, şu noksan, bu noksan, bu olmamış, bu neye benzemiş, bu ne biçim ikram, doğru dürüst bir şey ne yedik, ne içtik filan filan.
Kıymetli yavrum, küçüklüğümden beri bunları göre göre bu düğün denilen olay bende sadece tiksinti uyandırdı. Kendim evlenirken kesinlikle düğün yapmadım. Nikahımız oldu, sonra annemlerin evine geldik. Rahmetli Rana Hanım’ın ve benim bazı yakınlarımız, aile dostlarımız ile beraberce bir yemek yenildi, dualar edildi. Sonra Çavuşoğulları camiinin imamı Rıza Çöllü Hocaefendi geldi, nikahımız kıyıldı. Sonra vedalaşarak ayrıldık. Yeni evimize gittik. Kapıdan içeri girerken bir sözleşme yaptık. “Bak, Rana” dedim, “şu andan itibaren yeni bir hayat başlıyor. Bundan böyle bu evde ne senin dediğin olacak, ne benim dediğim olacak. Allah’ın ve Peygamberin emirleri neyse o geçerli olacak” dedim. Ve tarihte bir örneği görülmemiş muhteşem bir evlilik böyle başladı. Kırk dört yıl bir masal, bir aşk rüyası yaşadık. Sadece sevdik ve sevildik. En ufak bir kavgamız, münakaşamız olmadı. Kırkdört yıl içinde bir kere bile para lafı edilmedi. Bir kere bile ne yiyeceğiz diye düşünmedik, Allah ne verdiyse şükrederek onu yedik. Ve kırkdört yılın sonunda Rana Hakka göçtü. İki kişilik mezar yaptırdım. Yakınlarıma söyledim, Hakka göçünce beni Rana’nın yanına gömün dedim. İnşallah nasip olur. Tek düşüncem, mana aleminde de Rana ile beraber olmak.
Sevgili yavrum, düğün nasıl olmalı diye soruyorsun. Bugün ne o düğünü yapacak düğün sahipleri kaldı, ne o düğüne gelecek davetliler. Hepsi “Beyaz atlara binip uzaklara gittiler”. Şaka bir tarafa düğün öyle tertiplenmeli ki düğüne gelenler öyle edepli, öyle hassas, öyle zarif, öyle ince olmalı ki düğündeki süreç bir masal gibi, bir rüya gibi, bir şiir gibi geçmeli. Orada beşeri kültürün bütün nüansları, bir gökkuşağı gibi sergilenmeli. Orada ruhlar arınmalı, temizlenmeli, bembeyaz olmalı.
Kıymetli yavrum, düğünde müzik de olabilir, ama insana huzur veren, mutluluk veren, dinlendiren, derinlerden gelen bir müzik, bir meltem gibi okşayan, bir sevgili eli gibi insana yaşama sevinci getiren bir müzik olmalı. Oradan ayrıldığı zaman insanlar huzur içinde, mutluluk içinde dualar içinde olmalı. Allah’ım bu gençler birbirlerini çok sevsinler, birbirleri üzerinde titresinler, aşkları o kadar büyüsün, o kadar büyüsün ki Allah’a ulaşsın. El ele, diz dize, gönül gönüle birbirlerini her gün, her saat, her dakika daha çok severek, daha çok saygı duyarak evliliklerini bitmeyen bir senfoni haline getirsinler diye dualar edilsin.
Kıymetli yavrum, bilmem ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Ben böyle düşündüm, böyle yaşadım. Hiç de pişman olmadım. Bütün ömrüm huzur ve mutluluk içinde geçti. Artık karar senin.
Yeni maillerini bekliyor, selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Sabri Tandoğan
Sayın Sabri Tandoğan'ın cevaben yazdıkları :
Bitmeyen senfoni Yazan Göksu
Cvp: Bitmeyen senfoni Yazan Sabri Tandoğan