RAINER
MARIA
R I L K E
1958
kışının çok soğuk bir günüydü. Yedek subaydım. Eğitimden
dönmüştük. Birden Nurettin Özdemir’i gördüm karşımda. Her
zaman ki gibi sevgi dolu, sıcak ve samimi hali ile yaklaştı,
Sabri dedi, gidelim, hem çaylarımızı içelim, hem de biraz
sanattan, edebiyattan konuşalım...
Ve
bana Rilke’yi anlattı o akşam. Malte’den ezbere bölümler
okudu. Çok heyecanlanmıştım. İlk fırsatta gittim aldım Malte
Laurids Brigge’nin Notları’nı. Bir daha da bırakamadım.
Özellikle gecenin ilerlemiş saatlerinde çevrede tam bir
sessizlik varken, uzaktan, derinden gelen bekçi düdüklerine
köpek havlamaları karışırken, elimde Rilke, kendimi
mutluluğunda ötesinde, sınırsız hazlar ve heyecanlar içinde
bulurdum. Kendimi garip, yalnız, kimsesiz hissettiğim
zamanlarda elim kendiliğinden Rilke’ye uzanırdı. Okudukça
açılır, ferahlar; içim, iyi, güzel, tertemiz duygularla
dolardı. Rilke en yakın dostum, arkadaşım olmuştu artık...
Sorunlarımı çözen, yürüyeceğim yolu gösteren, gözyaşıma
ortak olan, düşüncelerimi paylaşan bir dost...
Bana
Rilke’yi tanıttığı için, o ışıklı evrenin kapılarını
araladığı için Nurettin Özdemir’e ne kadar teşekkür etsem
azdır... Keza, başarılı çevirisiyle Malte’ı dilimize
kazandıran şair Behçet Necatigil’i “Genç Bir Şaire
Mektuplar” çevirisiyle Rilke’yi sevmemde en büyük etken olan
Prof. Melâhat Özgü’yü, Rodin’i çevirirken dil ve anlatım
güçlüklerini yenmesini bilen Esat Nermi’yi ve yıllardır
Rilke’yi şiirleriyle Türk okuruna tanıtabilmek için çırpınan
Turan Oflazoğlu’nu, burada minnet, şükran ve saygı ile
anarım. Yazıda ki alıntıları da bu kitaplardan yaptım.
Rodin,
ün kazanmazdan önce yapayalnızdı. Ulaştığı ün ise onu belki
daha da yalnızlaştırdı. Çünkü ün dedikleri de, alt tarafı
yeni bir ad etrafında toplanan bütün yanlış anlaşılmaların
toplamıdır. Böyle diyor Rilke, Rodin için. Ne var ki, biraz
biraz da kendini anlatmış oluyor. Rilke de ömrü boyunca
kendi büyük yalnızlığını yaşadı. Yaşamının büyük bir bölümü
değil kendisi oldu yalnızlık... Kendi yüreğinin sesini
dinleyenler için, bundan doğal ne olabilirdi? Madem ki O,
kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile başbaşa kalmış bir
insandı...
Rilke,
Yalnızlık isimli şiirinde “Akar yalnızlık ırmaklarla” derken
de kendi yalnızlığının yoğunluğunu vurgular. Her yere
beraberinde götürür yalnızlığını. O, Duino Şatosunda
yaşarken de yalnızdır, Paris’in göbeğinde yaşarken de...
Genç
Şaire Mektuplar’ında bakın ne diyor:
“İçinize dönün, hayatınızın kaynadığı derinlikleri yoklayın;
onun kaynağında siz, yaratmanız gerekiyor mu sorusunun
karşılığını bulacaksınız. İçinizdeki ezgileri size
seslendikleri gibi alın. Belki sanatçı olarak doğduğunuzu
tanıtlar. Boyun eğin o zaman alın yazınıza, yükünü ve
büyüklüğünü de dıştan gelebilecek bir karşılık beklemeden
taşıyın, çünkü yaratıcı, başlı başına bir dünya olmalı ve
her şeyi içinde bağlandığı tabiatta bulmalı.
Ama
belki, içinize, yalnızlığınıza bu inişten sonra da gene,
şair olmaktan vazgeçmek zorunda kalırsınız (dediğim gibi,
yazmamak için) insanın yazmadan da yaşıyabileceğini duyması
yeter. O zaman da gene, sizden dilediğim bu içe dönüş boşuna
değildir. Hayatınız, o andan başlayarak öz yollar
bulacaktır.”
Malte
Laurids Brigge’nin notlarında:
“Ve
kimseniz yoktur ve hiç bir şeyiniz yoktur, elinizde bir
valiz ve bir kitap sandığı, bir tecessüs bile duymadan,
dünyada dolaşır, durursunuz.” diyerek sanki ileride
yaşayacağı yıllarında bir özetini vermiş oluyor.
Ömrü
yalnızlık ve yolculuklarla geçen Rilke 4 Aralık 1875’te
Prag’da doğdu. Babası orta halli bir memurdu. Annesi zengin
bir ailenin kızı idi. Rilke’nin doğumundan 9 yıl sonra
annesi ve babası ayrıldılar. Çocuk annenin yanında kaldı.
Aile yapısı, Rilke’nin duygulu kalbinde bir ömür boyu
üzerinden atamayacağı izlenimler bıraktı. Anne, baba ayrı
dünyaların insanı idiler. Anlaşamıyorlardı. Baba Jozef Rilke
daha duygulu, dünyası daha geniş, içli bir insan. Prag o
zamanlara Avusturya’nın egemenliği altında. Almanlar
azınlıktalar. Jozef Rilke, Avusturya ordusunda subay olmak
istemiş, yükselemeden ayrılmış. Demiryollarında müfettiş
olarak çalışıyor. Hayatı olduğu gibi kabullenen, rahat, sade
bir insan. Anne tam karşıt. Tutkuları sınırsız, mağrur,
hırçın ve kaprisli. Oğlunun subay olmasını istiyor. Belki
tutkuları, doyumsuzluğu oğlunun parlak rütbelerinde yeni
olanaklar arayacak...
Oysa
Rilke yedi aylık doğmuş, cılız bir çocuktur. Sophia oğlunu
altı yaşına gelinceye kadar kız gibi büyütmüştür. Kız gibi
giydirmiştir. Çünkü Sophia’nın ilk çocuğu kızdır ve
doğduktan kısa bir zaman sonra ölmüştür. Sophia, Rilke’de
ölen çocuğunun anılarını ve özlemlerini yaşamaktadır. Onun
ölümüne, yıllar geçtikten sonra da bir türlü alışamamıştır.
Rilke’cik St. Pölten’deki askeri okula verilir. Ve onun
masum, tertemiz dünyası kapkara bulutlarla kapanır. Acı
dolu, sıkıntı ve bunalım dolu yıllardan sonra Rilke okuldan
ayrılır. Kendisi, sonradan bu yıllarını cehennemden farksız
olduğunu söylemiştir. Öyle bir an geldi ki, sabrı tahammülü
tükendi. Ailesi de, onu oradan alıp, Linz’deki Ticaret
Okuluna verdiler. Beş yıl süren uğraşmalar sonunda, özel
dersler alarak lise öğrenimini tamamlar. Rilke’nin amcası
saray noteridir. Amca mesleğini sürdürmesi istenir. Hukuk
Fakültesine girer. Babası Jozef Rilke, oğlunun hiç olmazsa
avukat olmasını istemektedir. Ne var ki bu çabalar da olumlu
bir sonuca ulaşamaz.
Ama o
dünyaya bir sanatçı olarak gelmiştir. Ve bu yazgıyı
değiştirmek kimsenin elinde değildir. Kim ne derse desin,
Rilke, kendi dünyasına çoktan dalmıştır. Çılgın gibi
çalışmakta, bir yandan kendi içinde derinleşirken, bir
yandan da şiirleri oyunlar yazmakta, yazdıklarını Alman ve
Avusturya sanat dergilerinde yayınlamaktadır.
Rilke
ilk şiirleri ve yazılarıyla bile dikkati çekmeyi bilmiştir.
Ünü yavaş yavaş yayılıyor. Sevilen, beğenilen, takdir edilen
bir imza olmaktadır. Fakat o, bunlara önem vermez.
Derinleşmek bir tutku olmuştur onda. Eşyada ve insanda
derinleşme istemektedir. Çağının insanlarına kaybetmiş
oldukları iç zenginliğini yeniden kazandırmak istiyordu. Bu
döneminde yazdığı şu şiir ne kadar anlamlıdır:
BUDUR
BENİM ÇABAM
Budur
benim çabam, bu:
adanmak özlem çekerek
dolaşmaya günler boyu.
Güçlenip genişlemek derken,
binlerce kök salarak
kavramak hayatı derinden—
ve
ortasından geçerek acının
olgunlaşmak hayatın tâ ötesinde,
tâ
ötesinde zamanın!
Rilke
sadece gözleriyle değil, bütün varlığı, bütün hücreleri ile
görmek istiyordu. Gördüğü her şey onda heyecan uyandırıyor,
görünenin arkasında gizlenen, görünmeyeni bulmak, ele
geçirmek, yaşamak, kendine katmak istiyordu. Beklemek ve
özlemek en sevdiği kelimelerdi. En uzaktakinin olduğu kadar,
en yakınındakinin de özlemini duyuyordu. Her yerde, her
şeyde, sırların sırrını, Allah’ı arıyordu. Güneşin doğuşu,
kuşların ötüşü, derelerin ezgiler söyleyerek akışı,
ormanlar, kır zambakları, geceleyin yıldızların görünüşü,
onu biraz daha Allah’a yaklaştırıyordu. Yine bu döneminde
yazdığı bir şiir:
BAYILIRIM KIR ZAMBAKLARINA
Bayılırım kır zambaklarına, uzak,
çaresiz hep birini bekleyip duran;
ve
kızlara, saçlarına çiçek takarak
ıssız
pınarların orda düşler kuran;
Ve
güneşte şakıyan çocuklara,
yıldızlara bakıp bakıp da şaşan;
bana
şarkılar getiren günlere sonra;
ve
gecelere, çiçeklerle dolup taşan.
İşte
bu sıralarda, Rilke, ölümüne kadar sürecek olan
yolculuklarına başlıyordu. Kleist, Nietzsche, Hölderlin gibi
Rilke de yalnız adam olarak yaşamını sürdürürken, yazgısı
onu Alman edebiyatının güncel yaşantısının dışında
bırakacaktı. Ne var ki, Goethe’den sonra Alman dilinin ve
Alman ruhunun doruklarından biri olarak sonsuza dek
yaşıyacaktı.
1897
yılında, Rilke, Münih’te Lou Salome ile karşılaştı. Bu Rilke
için son derece önemlidir. Lou, Rilke’den on dört yaş
büyüktür ve çok ilginç bir kadındır. Rus Çarı II. Aleksandre
zamanında genel kurmay başkanı olan general Von Salome’nin
kızıdır. Lou ev içinde çok sevilmektedir. İyi bir eğitim
görmüştür. Birkaç yabancı dil bilmektedir. 1873 yılında
Petersburg’daki Hollanda Elçiliğinin protestan papazlığına
atanan Hendrik Gillot çok kültürlü, güzel konuşan, yakışıklı
bir kimsedir. Lou’ya bir süre ders verir. Onun gösterdiği
kavrama gücüne, en çetin felsefe sorunlarını yorumlamada
vardığı aşamalara hayran olur. Bu hayranlık, giderek aşka
dönüşür. Evlenmek ister. Fakat Lou olumsuz cevap verir.
Çünkü Gillot evlidir. İlişki kopar, Lou ıstıraplar içinde
kalır, hastalanır. Ailesi, onu Zürih’e götürür. Burada hem
tedavi görür hem de teoloji profesörü Biedermann’ın
derslerini izler. Lou, yine bütün varlığıyla kendini
kitaplarına ve derslerine verir. Yine sağlığı bozulur.
Roma’ya giderler.
Bu
sırada Nietzsche de hastadır. Arkadaşı Malvida onu Roma’ya,
konağına çağırır. İşleri olduğu için bir süre geç kalır. O
sırada Malvida’nın arkadaşı Paul Ree ile Lou Salome, konakta
tanışırlar. Paul, Lou’ya hayran olur. Evlenme teklif eder.
Lou reddeder. Bu sırada Nietzsche çıkagelir. Lou’ya büyük
bir tutkuyla bağlanır, içini döker. Kadınların en zekisi der
Lou için. “Onda bir kartalın keskin bakışı, bir aslanın
yürekliliği var” diye yazar kız kardeşine. Ama bu büyük
sevgi de yarıda kalır. Lou, Nietzsche’yi de istemez. Bu,
filozofu cinnetin, deliliğin uçurumuna kadar götürecek
olayların başlangıcı olur.
Lou,
elli yaşındayken, Freud da onu tanır ve hayran olur. Lou,
güzel cazibeli bir kadın değildir. Ama üstün zekâlı,
yetenekleri gelişmiş, gerçekten kültürlü bir kimsedir.
Olağanüstü insanlarla tanıştığında, onların içindeki dehayı
uyandırmakta, gün ışığına çıkarmakta, sonra sessizce aradan
sıyrılmakta, onları kendi uğraşları ile başbaşa
bırakmaktadır.
Lou,
1899 ve 1900 yıllarında Rusya yolculuğuna çıktığı zaman
Rilke’yi de beraber götürdü. Rilke bu yolculukta Tolstoy’la
ve ressam Leonid Pasternak’la tanıştı.
Rusya
yolculuğu, Rilke için yepyeni ufuklar açıyordu. Dünyası
değişiyordu. Anılarında şöyle anlatır Rusya izlenimlerini:
“Rusya benim için gerçekleşti, aynı zamanda da beni gerçeğin
uzakta bir şey olduğuna ve ancak sabırlı olanlara yavaş
yavaş yaklaştırdığına inandırdı.
Rusya, insanların, yalnızlık içinde yaşayan insanların
diyarıdır. Her birinin içinde dağlar kadar karanlıklar var;
her biri tevazu ile içlerinin derinliklerine gömülmüşlerdir;
korkmadan eğilirler, bunun için dindardırlar.” Rusya, sert
ve vahşi iklimi, uzayıp giden stepleri, sınırsız ufukları,
alabildiğine girift ve derin, dindar ve çilekeş insanları
ile genç Rilke’yi büyüledi adeta. 21.1.1920’de Schözer’e
yazdığı mektubunda, “.....Rusya’ya neler borçlu değilim
ki... Bugünkü varlığımı ona borçluyum. Kafamın vatanı,
benliğimin kökü oradadır...” diyordu. Rilke’nin fakirlere,
dilencilere, zavallılara ve hastalara karşı duyduğu
merhamet, yakınlık Tolstoy’un etkisi ile başladı.
Rusya, Rilke için yalnız yaşayanların ülkesi idi.
Yalnızların içinde derin karanlıklar vardır, diyordu. Bu
karanlıklar içinde onlar, alçak gönüllükleriyle kendi
içlerinin derinliklerine inerler.
Rilke,
Rusya gezisinden dönerken, yüreğinin tekmil pencerelerini
mistik duygulara ve zihnini mistik düşüncelere açmıştı.
Ondan sonradır ki, Rilke’de mistik duyuş ve şiir elele
verdiler ve bir denge meydana getirdiler.
Rilke,
hep fizikötesi kuvvetlerin etkisi altında yaşadı, düşündü,
çalıştı. Rilke kadar dindar çok az sanatçı vardır. Sanatına
Allah fikrinin hakim olması da bu inancının sonucuydu.
Rilke’nin ağaçlarda, çiçeklerde, nehirlerde ve dağlarda
bulduğu öz, üzerinde gerekli derinlikle düşünülebilirse, bir
din haline gelebilecek güçtedir. Algının kapıları
aralandırılırsa, her şey, insana, gerçekte olduğu gibi,
sonsuz görünecektir.
Rilke
durmaksızın düşünüyor, sorular bir burgu gibi kıvrılıyordu
kafasının içinde...
İnsanın esas meselesi kendisini anlamak değil miydi?
Kendimize, iç dünyamızı ayıracak zaman ve olanak
bulamadıkça, nasıl tanıyacaktık gerçek varlığımızı?
Çevrenin sahte değerleri içinde yaşadığımız sürece, gerçek
varlığımızdan uzaklaşmış, harcanmış olmayacak mıydık?
Yaşamak, gerçek boyutlarıyla, ancak, yalnızken elinde değil
miydi insanın?
İnsan
kendi gerçeğinden sorumlu değil miydi?
Kierkegaard’ın, 1835’te defterine yazdığı bir sözü
anımsıyordu:
“Uğrunda yaşama ve ölmek istediğim bir gerçeğe muhtacım.
Fakat o benim dışımda değil, içimde olsun.”
Rilke,
kesinlikle inanıyordu ki, biz dikkatimizi, dışarıya,
başkalarına çevirince kendi temel varlığımızı unutuyoruz.
Kendimizi bulmamız için zaman zaman çevreden ayrılıp,
içimizden gelen sesi dinlememiz gerekir. Etrafımızdaki
eşyanın bilincine erdikçe, yaşamak bir dua olur.
Rilke,
dini anlayış ve kavrayış noktasından, Sören Kierkegaard’a
yaklaşmıştı. Dinde önemli olan, objektif bir olay gibi
anlaşılan gerçek değil, fakat daha çok fertlerin dinle olan
samimi bağlılığı idi. Kierkegaard’ın, “Herşeyi bir kenara
itip, düşünce yönüne sığınırım. Sıkı sıkıya sarılırım ona...
Tek avuntum üstün yetilerim, tek sevincim düşünce oldu...
İnsanlar artık uzak bana...” sözlerini Rilke, günlük
yaşamında kendiliğinden uyguluyordu artık.
Yazmak, yeni bir anlam katıyordu Rilke’nin kişiliğine. O,
biraz da yazdıkları ile gelişiyordu. Önündeki beyaz
kâğıtlar, bir okyanus oluyordu o yazarken... Kendine, iç
dünyasına daha bir yaklaşıyor, daha bir keşfediyordu
kendisini... Günlük yaşamaların biteviyeliğinden, sarartan,
solduran, yıpratan etkisinden kurtuluyordu.
Rilke’nin bu dönem yazdığı şiirleri okurken, Allah ile
beraber olan insanın yüceliğini görüyoruz. Genellikle
insanların istediği kendini unutmak, ciddi konulardan ve
düşünceden kaçmaktı. Rilke, insanın kendi üzerinde durup
düşünmesini istiyordu. Koca Yunus:
Bir
siz dahi sizde bulun
Benim
bende bulduğumu
dememiş miydi?
Rilke’ye göre, din, biraz da duygusal yaşam üzerine kurulmuş
bir kurumdu. Neşe ve coşkunluğunu yitirmiş, tümü ile
duygusal yönü sıfıra indirgenmiş bir kimse, nasıl olur da,
dinsel yaşamında erdemli olabilirdi?
İnsan
için, duygusal yaşam bu denli önemli olduğuna göre,
duygularımızın da yücelmesi, arınması, kişinin en başta
gelen sorunlarından biri olmalıydı. Tüm yaşamı ve varlıkları
sevmek, düşkünlere acımak, insanlara yararlı olmak için
çırpınmak; içimizi, kin, nefret, haset ve riyadan temizlemek
için gücümüz yettiğince çaba harcamalıydık.
Sanatçı, böylece daha bir güçlü, daha bir derin olacak,
gerek anlatımı, gerek içeriği, yepyeni, erişilmez boyutlara
ulaşacaktı.
İnsanlara anlatacak bir şeyleri olanlar ve anlatmasını
bilenler, doğadaki her nesneden, kişiye ürpertiler veren,
ona ufuklar açan büyük, kalıcı “her dem taze” yapıtlar
ortaya koyabilirlerdi.
Rilke,
çok iyi biliyordu ki, sevgimiz Allah’a ve kalbe
dayanmadıkça, iyi rol yapan bir oyuncudan farkımız
olmayacaktı.
Sanatçı, içinde devcesine büyük, yüce duygular yaşamalıydı
ki, onu verebilsin...
Andre
Malraux, ilk Sovyet Yazarları Kongresinde “sanat, bir hâle
boyun eğme değildir; fakat o hâli fethedebilmedir.” diyordu.
Rilke,
Lou Salome ile çıktığı Rusya gezisinde bir çok yerler gördü,
birçok insanlarla tanıştı. Lou, Rilke’ye göstereceği
kimseleri değişik tiplerden ve sınıflardan seçiyordu. Kimi
zaman devlet adamı, sanatçı, kimi zaman sessiz, kimsesiz,
kendi iç dünyasının derinliklerine gömülmüş, dindar,
mütevekkil kimseler... Anılarının bir yerinde “Burada
insanlar susuyorlar, sustukları için de anlaşılmıyorlar”
diyordu. Tolstoy, Rilke’yi öylesine etkilemişti ki, onun
eserlerini asıllarından okuyabilmek için Rusça alışmaya
başladı. Dönüşte arkadaşlarına gezi izlenimlerini
anlatırken, “Tolstoy’un ışıklı yüzünü görebildim.” diyordu.
Bu arada şunu önemle belirtmek isterim ki, Rilke’nin gerek
Rusya, gerek diğer ülkelere olan gezilerinde asla siyasal
bir amaç ve düşüncesi olmadı. Siyasetle ilgili olan her
şeyden hiç kimse onun kadar nefret etmemiştir. Rilke,
Rusya’da, içinden deniz gibi nehirlerin aktığı ve
üzerlerinde Allah’a kadar sonsuz bir göğün gerildiği,
sınırsız ovaları gördü. Oralarda çilekeş, dertli, kahırlı
ama inanç dolu köylülerle tanıştı. Onlar Rilke’yi yanlarında
toprak üstünde yatırıyor, onunla ekmeklerini paylaşıyor,
kendisine kardeş diyorlardı. Yaşlı bir büyükanne, ölümünden
önce kendisine bir konuk yollamak lütfunda bulunduğu için
Allah’a şükretmişti. Rilke, tamamen Allah’la dolmuştu.
Rusya
dönüşü Rilke için ıstıraplı oldu. Ruhen ve bedenen sarsıntı
geçirdi. Rus ikliminin ve insanının mistik havasından,
birden kendisini Paris’te tramvay gürültüleri, telaşla oraya
buraya koşuşturan insanlar ve onların şamatasıyla dolu bir
bulvarda, sıkıcı bir otel odasında yapayalnız buldu.
Artık
Rilke için yeni bir dönem başlıyordu.
Goethe’yi İtalya nasıl etkilemişse, Paris de Rilke için öyle
olacak, şekli anlama, eşyaya bakma yeteneklerini kazanacak,
görmesini öğrenecekti. Çünkü Fransız sanatı esasen şekle ait
bir sanattı.
Bu
dönemde iki kişi, Rilke üzerinde olduğu kadar sanatı
üzerinde de etkili oldular. Rodin ve Cézanne...
Rilke
Rodin’i olanca varlığı ile sevdi ve ona eşine az rastlanır
bir saygı ve hayranlıkla bağlandı. Rodin’in ölüm haberini
aldığı zaman, günlerce odasına kapanmış, kimseyle görüşmek
istememişti. Bir dostuna yazdığı mektubunda, “Rodin’in ölüm
haberi bütün benliğimi sarstı, onun ölümüyle bir dünya
çöküyor.” demişti.
Rilke,
Rodin’den, doğada, gerçek olmak koşulu ile, çirkin bir şeyin
olmadığını; yaşamın sırlarının doğanın içine gizlendiğini,
doğadan uzaklaşmanın, yaşamdan uzaklaşmak olacağını
öğrenmişti.
Rodin,
herşeyden önce bir gözden ibaretti. Asıl işi bakmaktı. Bir
ağacın önünde sessiz, saatlerce duruyor ve ona, bütün
çizgilerini, bütün giriftliklerini, ışık ve gölgelerini,
parlak ve koyu taraflarını tamamiyle içine sindirinceye
kadar derin derin, bıkmadan, usanmadan bakıyordu.
Bunu
yaptıktan sonradır ki, işini gördüğüne kani, memnun bir
halde, oradan ayrılır giderdi. Bazan sabah karanlığında
Versailles parkına gider, tabiatın uyanış harikasına derin
bir huşu içinde bakardı.
Eşyayı anlamayı amaçlayan bu ön çalışmalardan sonra,
herhangi bir esere başlamak isteyince, deneye kadar giden
bilimsel bir araştırma devresi başlardı. Balzac’ın statüsünü
yapmağa başladığı zaman onu tanıma çabası yıllarca sürmüştü.
Balzac’ın doğduğu yere gitmiş, mektuplarını okumuş,
romanlarını inceden inceye etüt etmişti. Balzac’ın tam
olarak yedi ayrı heykelini yapmış ve sonra üstlerini üstadın
giydiği rahip cübbeleriyle örtmek suretiyle meydana çıkan
şekillerin, aslı hakkında edindiği bilgileri doğrulayıp
doğrulamadıklarını anlamak istemişti. Yaptığı sayısız çini
mürekkebi etütleri de bu çalışmaların dışındaydı. Böylece
bütün bu şeyler üzerinde ve kendisinde sonuna kadar
bilinmiyen, anlaşılmayan, gölgeli bir husus kalmayıncaya
kadar didinir dururdu.
Rodin’in sanatı, büyük bir idea üzerine değil, küçük belli
gerçekler, erişilebilen şeyler ve bir iktidar üzerine
kurulmuştu (Rilke, İnsel, 1930 Cilt 4, s. 310).
Rilke
Paris’te bütün empresyonist sanatkârların yaptığı gibi
görmekle işe başladı.
“Görmeği öğreniyorum. Her şey içimde daha derinlere gidiyor
ve herşey içimde evvelce sona varmış gibi göründükleri yerde
kalmıyor. Evvelce varlığından hiç haberdar olmadığım bir iç
âlemim var...” (Rilke, İnsel, 1930 Cilt 5, s. 9) diyordu. O
görmenin alfabesini önce, herşeyi beraber yaptığı Rodin’den
öğrendi. Sonra bu görme eylemini parklarda Paris’in cadde ve
meydanlarında, Güzel Sanatlar Akademisinin anatomi
derslerinde, galeri ve sergilerde ilerletti. Resim
sergilerini, galerileri, belli başlı müzeleri sayısız
defalar gezdi. Cézanne’a hayran oldu.
Bu
günlerin anılarını Malte’de şöyle anlatır: “Paris benim
dünya görüşümde ve hayatımda bazı değişmelere neden oldu. Bu
etki altında bende, her şeyi tamamiyle başka bir şekilde
anlayan bir kavrayış meydana geldi. Burada beni insanlardan,
şimdiye kadarkinden daha çok ayıran bazı farklar var. Herşey
yeni olduğu için, bu anda biraz zorluk çekiyorum. Yeni
hayatımın acemisiyim.
Görmeği öğrendiğim için artık şimdi biraz çalışmaya başlamam
gerektiğini sanıyorum.”
Bu
çalışma evvelâ görmeyi, işitmeyi, koklamayı ve dokunmayı
öğrenmekten ibarettir. Bu, görülebilen, işitilebilen,
koklanabilen ve dokunulabilen her şeyi hakkıyle idrak etmeği
sağlayan bir çalışmaydı.
Sonra, duyularının aldığı bütün izlenimleri, en uygun
sözcüklerle anlatabilmek için çalışmalara başladı. Dile,
bütün olanaklarıyla egemen olmak istiyordu. Yabancı
dillerden Almanca’ya çeviriler yaptı. Tolstoy’u, Jacobsen’i,
Valery’i çevirdi. Bu çevirilerinde, sözcükler üzerinde uzun
uzadıya duruyor, en ince ayrıntılarına kadar iniyordu.
Bıkmadan, usanmadan, olanca gücü ve sevgisi ile çalışıyordu.
Rilke
bir yönden, bütün duyularını en ince duyguları duyacak kadar
eğitirken, öte yandan Almanca’nın derinliklerine iniyordu.
Rodin’in yaptığını dilde uygulamak istiyordu. Durmaksızın,
hergün biraz daha artan sonsuz bir çabayla çalışıyordu. Eğer
dehanın çalışmadan ibaret sanıldığı bir an olmuşsa, bu an
Bach gibi Rilke’de de tecelli etmiştir. Kim diyordu Bach,
benim kadar çalışsa o da bir Bach olurdu. Sonunda başardı.
Ve bunun meyvesini “Yeni Şiirler” de tattı. Eserini Rodin’e
ithaf etti. Bütün konuların hepsi somuttu.
Rilke’nin şiirlerini ağır bir matematik problemi
çözüyormuşçasına, özel bir dikkat ve duyarlıkla okumak
gerekiyordu.
Rilke
konularından bütün fazlalıkları atmış ve onları bütün
yüklerden kurtarmıştı. Bıkmadan, usanmadan tekrar okumak...
okumak gerekiyordu onları. Güzelliklerini birden ele
vermiyorlardı. Yavaş yavaş, duya duya, sindire sindire,
içimizde eriyip, kanımıza, varlığımıza geçinceye kadar
sonsuz bir dikkat ve özel bir ruh hali içinde okunmaları
gerekiyordu. Ve bütün bunlar az bile gelirdi onun için.
Çünkü Rilke, tabir caizse onları kanıyla yazmıştı.
1895
yıllarında, Bremen yakınlarındaki Worpswede’de bir
sanatçılar kolonisi kurulmuştu. Rilke, burada Clara Westhoff
adında bir heykeltıraşla tanıştı. Clara, Rodin’in öğrencisi
idi. Zeki, güçlü, iradeli bir kızdı. Güzeldi de.
Arkadaşlıkları ilerledi. Evlendiler. Ama, bu evlilik tıpkı,
Rilke’nin anne ve babasının evliliği gibi oldu. İki ayrı
dünyanın insanları bir araya gelmişlerdi. Öylesine
ayrıydılar, öylesine farklıydılar ki birbirlerinden, sonu
gelmiyeceği daha başından belliydi. Bir yıl sonra kızları
Ruth doğdu. 1903 yılında Clara ve Rilke bir türlü birbirine
alışamayan, ısınamıyan bu mutsuz çift ayrılmaya karar verdi.
Fakat, belki de Rilke, kızının geleceğini düşünerek resmen
ayrılmadı. Evlilik bağı şeklen devam etti. Ama hiçbir zaman
kaynaşamadılar ve birbirlerini sevemediler. Şurası muhakkak
ki, Rilke’nin Rodin’i ölesiye sevmesinde, Clara’nın büyük
etkisi oldu. Clara, Rodin’in kişiliğinden, sanatına ve
uğraşına olan saygısından Rilke’ye uzun uzun anlatmış, onda
gıyabî bir saygı ve hayranlık uyandırmıştı hocasına karşı...
Rilke’nin “Rodin” adlı yapıtı Esat Mermi tarafından
Türkçe’ye çevrildi ve 1968’de yayınlandı.
Rilke’yi Rodin’den sonra en çok etkiliyen Cézanne oldu. O,
Rodin’i ve Cézanne’ı tanıdıktan sonra anlamıştı ki,
gerçekten yoğun ve anlamlı olmak; sağlam düşünmek, gerçeği
görebilmek ve ölesiye çalışmak demekti. Rilke Cézanne’dan
sanatın, duygudan, düşünceden kurtulmak, yapacağı etkiyi
düşünmemek ve renklerin yalnız kendi içinde oluşabilmesi
için sanatın ne ölçüde yürekli olması gerektiğini öğrendi.
Cézanne için, bir tablonun sağlamlığı ve büyüklüğü, yalnız
buluşlardan, taslağından ve kuruluşundan değil, aynı zamanda
işçiliğinden, her ögenin yüzeyde yerleştirilmiş biçiminden
geliyordu.
Rilke
Cézanne’ın resimlerini seyretmeye doyamıyordu. En çok
ressamın mavi rengi onu heyecanlandırıyordu.
Rilke
görme eğitiminde Cézanne’dan çok yararlandı. Çünkü Cézanne,
bu konuya bütün ömrünü vermişti. “İnsan gördüğünü sandığı
şeyi değil, ancak gördüğü şeyi resmetmelidir.” diyordu.
Sanatçıların ilk ve esaslı işleri görmekti. Sanki
kendilerinden öncekiler hiçbir şey görmemişlerdi. Onlar
eşyaya o kadar uzun, o kadar dikkatle bakarlardı ki, artık
görülmedik hiçbir taraf kalmazdı.
Kendilerine konu olan eşyayı doğanın içindeki yerlerinde
arıyorlardı. Paletlerini aldıkları gibi her şeyin sun’i
olarak durmadığı ve bundan daha doğal, daha serbest
olamayacağı yerlere, eşyanın bol hava içinde yüzdüğü, sisin
nemi ile yıkandığı ve parlayan güneşle oynaştığı açık havaya
gidiyorlardı. Örneğin bir ot yığını her yandan başka idi.
Sabah başka, akşam başka, bulutlu havada başka, güneşli
havada yine başka idi. Bu yüzden Manet, aynı ot yığınını 15
çeşitli şekilde resimlendirmişti.
Cézanne, Manet’nin tabloları önünde saygıyla eğilmiş ve
“Manet, gözden başka bir şey olmayan bir mahlûk, fakat
Yarabbim nasıl bir göz” demişti.
Cézanne’da kalıcılık düşüncesi her zaman ön plâna geçti. O
en basit ve en sade şeyleri bile ebedileştiriyordu. Cézanne
için Profesör Waldmann “O, yirminci yüzyılın yolu üstünde
muazzam bir kaya gibi duruyordu” diyor. Mâna âleminden
geldiği için, çağın ölçüleri ile anlaşılacak bir insan
değildi. Onun için fakir ve kimsesiz bir halde kendi kendini
yiyip kahroluncaya kadar, tanınmadan ölüp gitti.
Cézanne, sanatının zirvesindeyken bile ölesiye çalışıyordu.
Louvre’a gidiyor, İngres’den kopyalar yapıyordu.
Rilke, Cézanne’ı tanıdıktan sonra, zaman duygusu veren
unsurları yok etmeye, olaylarda ve insanlarda değişmeyen
tarafı bulmaya çalıştı. Zaman dışına çıkıp, zamana bağlı
olmayan, onun etki ve yıkımından uzak kalan öz gerçeği
yakalamaya çalıştı. İnsanı küçülten sanat, hayatın
mucizelerine aldırmayan sanattı ve mucizeleri görebilmek
için de göz lâzımdı. Görmekse disiplinle, eğitimle, bütün
varlığını vererek ölesiye çalışmakla oluyordu.
Hayatın sırrını içinde duyan ve sezen Cézanne, insana ilk
bakışta renksiz ve anlamsız görünen bu hayatta, ne kadar
güzel renkler ve ahenklerin gizli olduğunu gösterdi.
Ressam John Marin:
“Size
(bir temrin olarak) şunu telkin etmek isterdim— bir kere
olsun aklınızı— ve dostlarınızın aklını— evde bırakarak—
yalnız iki gözünüzle sokağa çıkınız— öyle şeyler görmeye
başlıyacaksınız ki, şaşıracaksınız.” der.
Sanatta görme konusunda Emerson’un da güzel bir sözünü
anımsıyorum:
“Şair, gören insandır. Güzel, insanın evrensel kaderine
karışmıştır. Gerçek gibi güzel de, ancak görülebilen, bütün
güzelliğine râm olana görünür...”
Eşyayı anlamak için sevmek, daha iyi sevebilmek için onları
anlamak, anlıyabilmek için de görmek gerekiyordu. Cézanne,
bir ömür boyu, gözü, beyni ve kalbiyle, yalnız eşyanın
karakterlerini, doğanın formlarını derinden öğrenebilmeye ve
görebilmeye çalıştı. Muşambasının birkaç santimetrelik bir
yerini renklendirmek için, kendini öldürürcesine çalışırdı.
Son derece ağır çalışan Cézanne, daha geç buruştuğu ve
rengini bütün incelikleri ile daha uzun zaman sakladığı için
elmaları çiçeklere üstün tutardı. Deha, uzun bir sabır mıdır
bilinmez. Ama, sanatın uzun bir sabır olduğu tartışılmaz bir
gerçektir.
“Elmalı Natürmort” dört yıllık bir çalışmanın ürünüdür.
Natürmortta yer alan otuzdan fazla elmanın herbiri başlı
başına bir tablodur.
Çağdaş resim tarihinde, bir resim karşısında Cézanne kadar
büyük bir sabırla çalışan ikinci bir sanatçı daha yoktur.
Bir anlık izlenimlerini, çarçabuk kâğıda ya da beze
geçiriveren çağdaşları yanında onun bu erişilmez sabrı
gerçekten şaşılacak bir şeydir. Cézanne’ın en çabuk yaptığı
resim iki yıl sürmüştür. Bu çileli ve bilgili çalışması ile
geleceğin sanatçılarına yepyeni ufuklar açmış, günümüze
kadar bu etki devam edip gelmiştir. Onun, babasından aldığı
eğitim, disiplin ve intizam esasına dayanıyordu. Her fırça
darbesi bir düşünce ürünü, her leke bir duygunun anlatımı
idi. Resimlerinde gereksiz tek noktacık bile yoktu. Rilke,
Cézanne için, “birbirleriyle tartışan hatta kavga eden bir
sürü renk. Ama her birinin ruhu ayrı ayrı incelenince,
aslında çok iyi anlaştıkları görülür. İşte bu renklerin
birbirleriyle olan bağları, gerçek resim dediğimiz şeyi
meydana getiriyor” demişti.
Rodin
ve Cézanne’ın, gerek sanatı ciddiye almaları, gerek çalışma
yöntemleri yönünde gene Rilke üzerinde çok olumlu etkileri
oldu.
Malte’de “Bilmem, söyledim mi? Görmeyi öğreniyorum. Evet,
başlıyorum. Henüz beceremiyorum ama vaktimden istifade etmek
istiyorum.Meselâ, ne çok insan yüzü olduğunun şimdiye kadar
hiç farkına varmamışım. Bir yığın insan var ama çehre daha
fazla, çünkü her insanın birkaç çehresi mevcut.” derken bu
etkiler açık olarak belirmektedir. Artık Rilke için görmek
halletmek demek oluyordu. İnsanlar ne biliyorlardı sanki.
Bir dağın ne kadar “harikulâde” olduğunu seziyorlar mı?
Ellerinde bir çok şeyler dönüyor, fakat hepsi susuyorlar.
Ancak şairler ve şair gibi duyanlar, çocuklar ve genç kızlar
içlerinde çınlayan sesleri işitirler. Ancak, bunlar için, iç
ile dış arasında bir sınır yoktur. Bunun için şair,
kendisini eşyaya daha yakın hisseder. Onun ruhu, kendisine
en yakın bulunanda olduğu gibi en uzak olanda da, yine kendi
ruhunu, Allah’ı keşfeder. Muammalar sevgi ile çözülür...”
Rilke
kişiliğini bulmuştu. Üstatlarının gösterdiği yolda giderek
kendi kendisi olmuştu artık. Genç Bir Şaire Mektuplarda,
“çok saygıdeğer Herr Kappus’a” verdiği cevap olağanüstü bir
güzellik ve görkem taşır:
“Mısralarınızın iyi olup olmadığını soruyorsunuz. Bunu bana
soruyorsunuz. Benden önce de başkalarına sordunuz. Onları
dergilere gönderiyorsunuz. Başka şiirlerle
karşılaştırıyorsunuz. Yazı Kurulları bu denemelerinizi
beğenmeyince de canınız sıkılıyor. Peki öyleyse (değil mi ki
öğüt vermemi istediniz) size yalvarırım, bütün bunlardan
vazgeçin. Siz dışa bakıyorsunuz ve işte asıl bunu
yapmamalısınız. Size hiç kimse öğüt veremez, hiç kimse de
bir yardımda bulunamaz. Yalnız bir tek yol vardır: İçinize
dönün. Size yaz diyen nedeni araştırın. Kökleri, yüreğinizin
en derinliklerinde dal budak salıyor mu, buna bakın.
Yazmanız yasak edilince, artık yaşayamıyacak mısınız? Bunu
söyleyin. En çok da gecenin en sessiz bir anında, yazmalı
mıyım diye kendi kendinize sorun. Buna içinizin
derinliklerinden bir karşılık çıkarmaya bakın. Eğer bu
karşılık “evet” diyorsa, bu ağırbaşlı soruya, bütün
gücünüzle, sadece yazmalıyım diyebiliyorsanız, o zaman
yaşamınızı bu ihtiyacınız göre kurun. O zaman da ilk
insanlar gibi, gördüğünüzü, yaşadığınızı, sevdiğinizi ve
yitirdiğinizi söylemeye çalışın. Aşk şiirleri yazmayın. Her
şeyden önce de, bilinen, hiçbir özelliği bulunmayan
biçimlerden kaçının. Bunlar en güç olanlardır; çünkü bol bol
vardır, sonra da iyileri, hem de çoğu parlak olanların
yanında; öz yaratıcılık için büyük, olgun bir güç ister.
Bunun için genel konulardan kaçının ve günlük hayatınızdan
gelen konulara sığının. Acılarınızı, isteklerinizi,
aklınızdan geçenleri ve her hangi bir güzelliğe karşı olan
inancınızı anlatın, bütün bunları, içten, usul usul, alçak
gönüllülükle, açıkça anlatın; anlatabilmek için de,
çevrenizdeki eşyayı, düşlerinizin görülerini, anılarınızın
konularını kullanın. Günlük hayatınız size zengin
görünmüyorsa, bundan yakınmayın. Kendinizden yakının,
zenginliklerinizi görecek yeterlikte sanatçı olmadığınızı
söyleyin. Çünkü yaratıcı için yoksulluk olmadığı gibi,
yoksul, verimsiz bir yer de yoktur. Duvarları, dünyanın
hiçbir gürültüsünü duyurmayan bir cezaevinde bile olsanız –
gene hiç değilse bir çocukluğunuz, anılarınızın bu değerli,
görkemli zenginliği, bu hazineniz yok mudur? Gözlerinizi
oraya çevirin. Bu uzak geçmişin uyumuş duygularını
canlandırmaya bakın. O zaman kişiliğiniz sağlamlaşacak,
yalnızlığınız da büyüyecek ve uzaktan, içinde bir yankı
bulmadan gelip geçen bir saray olacaktır. – Bu içe dönüşten,
bu kendi dünyanıza dalmaktan mısralar doğarsa, o zaman siz,
bunların güzel mısralar olup olmadığını sormayı aklınızdan
bile geçirmezsiniz. Artık sanat dergilerini de, sizinle
ilgilenmeleri için uğraştırmazsınız; çünkü siz, onlarda,
sevgili ve doğal malınızı, hayatınızdan bir parçayı görecek,
hayatınızdan bir ezgi duyacaksınız. Sanat eseri ancak
yaratma ihtiyacından doğarsa güzeldir. Onun yazgısı,
doğuşunun bu türündedir, bunun bir başka yolu yoktur. Bu
yüzden çok sayın Herr Kappus, size şundan başka bir öğüt
veremeyeceğim: İçinize dönün, hayatınızın kaynadığı
derinlikleri yoklayın; onun kaynağında siz, yaratmanız
gerekiyor mu sorusunun karşılığını bulacaksınız. İçinizdeki
ezgileri, size seslendikleri gibi alın. Belki sanatçı olarak
doğduğunuzu tanıtlar. Boyun eğin o zaman alın yazınıza,
yükünü ve büyüklüğünü de dıştan gelebilecek bir karşılık
beklemeden taşıyın; çünkü yaratıcı başlı başına bir dünya
olmalı ve her şeyi içinde, bağlandığı tabiatta bulmalı.
Ama
belki, içinize, yalnızlığınıza bu inişten sonra da gene,
şair olmaktan vazgeçmek zorunda kalırsınız(dediğim gibi,
yazmamak için, insanın yazmadan da yaşayabileceğini duyması
yeter.) O zaman da gene, sizden dilediğim bu içe dönüş
boşuna değildir. Hayatınız, o andan başlayarak öz yollar
bulacaktır. Bu yolların da iyi, zengin ve geniş olmasını,
size söyleyebileceğimden çok dilerim.
Size
daha ne söyliyeyim? Hepsini değerine göre belirttiğimi
sanıyorum. Sonunda, gönül hoşluğu içinde, ağır başlılıkla
gelişerek, kendinizi olgunlaşmaya bırakmanız için öğüt
vermek istiyordum. Bunu da, soruları, ancak içten,
duygularınızın, hem de en sessiz anlarınızda ancak
cevaplandırabileceği soruları, dışa bakıp, cevaplandırmasını
beklerseniz, kösteklemiş olursunuz...”
Genç
bir şaire mektuplar, bir kere okunmakla bırakılacak
kitaplardan değildir. Rilke tarafından her cümlesi üzerinde
uzun uzun düşünülerek yazılmış, oya gibi işlenmiştir. İnsan
Rilke’yi asıl gece anlıyabilir... Ona böyle, kimseler
yokken, saygı ile yaklaşarak, günün dağ dağasından uzak,
çevresini sevgiyle dolanarak, dört yönünden bir bütün gibi
onu kavramaya çalışarak anlıyabilir. Rilke’nin özel bir
atmosferi vardır. Oraya girebilmek, orada eşine az rastlanan
fikir, duygu ve sanat ziyafetinde bulunabilmek için kişinin
bir ön hazırlıktan geçmesi gerekir. Biraz kendine gelmesi,
biraz kalbini ve kafasını günün karmaşasından kurtarması
gerekir. Rilke, dağınık, savruk, derbeder, gelişi güzel
kimseleri kabul etmez. Zira o bilir ve inanır ki, kendini
güzelleştirmemiş insanların güzelliğe yaklaşmaya hakları
yoktur. Öyle ince, uçucu güzellikler vardır ki, onları
yakalayabilmek, sezebilmek için özel bir ruh hali içinde
bulunmak gerekir. Ve, bir güzelliği duymak ve yaşamak da,
onu meydana getirmek kadar güç bir sanattır.
Rilke,
daima uyanıktı, dikkatliydi. Her an, var olan güzellikleri
yakalamaya, kavramaya çalışan bir güzellik avcısı gibi idi.
İnsanların çoğu, ya kendi içlerinde ya da dışlarında
yaşarlar. Rilke hayatı boyunca, bu iki dünyayı da, olanca
derinliği ile yaşamaya, kavramaya çalıştı. Rilke de, içten
dışa doğru taşan, varlığı aşan bir şey vardı. Onun
eserlerine bakınca sanki hayatın gizli derinlikleri meydana
çıkmış, bütün varlıkların gizli kaynağı kendini açığa vurmuş
sanırız.
Rilke,
yeryüzündeki her şeyi, insanları, bütün varlıkları,
balıkları, kuşları, köpekleri, leoparları, eşyayı,
rüzgârları, yağmurları kucaklamak, içine almak, kendine
katmak istiyordu. Üslubu hayat kadar canlı, renkli ve derin
olan yazarları seviyordu. İnsan Rilke’yi okurken
alıştığından daha başka bir dünyaya girdiğini hisseder.
Rilke, hayatla, insanlarla, doğa ve eşya ile sanki yeni
karşılaşıyormuş gibidir. Ön yargılardan uzak, evrene ve
insanlara hayret ve hayranlıkla bakar.
Rilke,
duyarak, içten, derin bir şekilde, tekrar tekrar okunursa
yoğurur insanın iç dünyasını, bir güzel şekil verir ona,
insanı kendi kendi ile, kendi aslıyla yüz yüze getirir.
İnsan Rilke’yi okudukça, kendi içinin derinliklerine iner. O
zaman gözleri daha başka şeyler görmeye, kulakları daha
başka şeyler duymaya başlar. Kolları adeta, bir gerçeğe
doğru uzanır.
Edebiyat alanında Rilke’nin en çok etkilendiği ve sevdiği
yazar Danimarka’lı şair Jacobsen olmuştur. Bakın, ona olan
sevgisini ve hayranlığını nasıl dile getiriyor:
“Şimdi de güzelliklerin ve derinliklerin kitabı olan “Niels
Lyhne” nin dünyası size açılacaktır. Bu kitap, ne kadar çok
okunursa, hayatın en ince güzel kokusundan, olgun yemişlerin
tadına kadar hepsini içine alıyor. İçinde anlaşılmamış,
kavranmamış, duyulmamış, titrek yansılarla anılar içine
alınmamış bir şey yoktur. Hiçbir yaşantı küçümsenmemiştir.
En küçük olay bile alın yazısı gibi açılır. Alın yazısının
kendisi de eşsiz güzellikte, geniş bir doku gibidir. Bu
dokunun ipliklerinin çok ince bir el dokumuş; iplik, bir
ikincisinin yanına konmuştur, yüzlerce de el bunu tutmuş,
taşımıştır. Siz bu kitabı okumak mutluluğunu ilk kez
duyacaksınız, yeni bir rüya görüyor gibi de hayretler içinde
kalacaksınız...”
Eleştiri konusunda Rilke’nin ilginç düşünceleri vardır:
“.....Siz öyle estetik bakımdan eleştirel yazıları pek
okumayın— bunlar, ya bir yan tutan görüşler, canlılıklarını
yitirerek katılaşmış, taşlaşmış boş yazılardır; ya da bugün
bu görüşü, yarın da buna aykırı bambaşka bir görüşü savunan
ustalıklı sözcük oyunlarıdır. Sanat eserleri, sonu gelmeyen
bir yalnızlık içindedirler. Onlara eleştiri ile
yaklaşılamaz. Onları ancak sevgi kavrayabilir, sevgi
yaşatabilir onları ve her birinin hakkını gene sevgi verir
ancak... Siz, bu türlü tartışmalarda, konuşmalarda,
açıklamalarda kendinize, duygunuza hak verin; haksız
mısınız, o zaman iç hayatınızın tabii gelişmesi sizi yavaş
yavaş, zamanla, başka inançlara götürür. Bırakın
yargılarınız, sessiz, engelsiz gelişsin. Bunlar her
ilerlemede olduğu gibi, iç derinliklerden gelmeli ve hiçbir
şey onları zorlamamalı, çabuklaştırmamalı. Hepsi, içte
taşındıktan sonra bir doğurmadır. Bu duygunun her etkisini,
her özünü içte, karanlıkta, söylenemeyende, şuur altında,
akılla erişilemez olanda olgunlaştırmaya bırakmalı, büyük
bir alçak gönüllülükle, hiç ses çıkarmadan bekliyerek, yeni
bir aydınlığın yere ineceği anı beklemeli: Buna işte ancak
sanat yaşantısı denilir. Anlamak için, yaratmak için gereken
sanat yaşantısı budur. Burada zaman ölçüsü yoktur, yıl
yoktur. On yıl hiçtir. Sanatçı olmak demek, özünü zorlamadan
rahatça, bahar fırtınalarına göğüs gererek, ya ardından bir
yaz gelmezse diye düşünmeden, duran ağaç gibi olgunlaşmak
demektir. Yaz gene de gelir ama, yalnızca sabredenlere
gelir, önlerinde sonsuzluk varmış gibi tasalanmadan, sessiz
ve yürekleri geniş olanlara gelir. Ben bunu günden güne daha
iyi anlıyorum. Onu, gönül borcu duyduğum acılar içinde
öğreniyorum: Sabır her şeydir...”
Rilke’yi ağır ağır, sindirerek okuyanlar duygularına,
düşüncelerine yeni bir düzenin, yeni bir ölçünün geldiğini,
renkli, müstesna, pırıl pırıl bir dünyaya girdiklerini
farkederler. Çünkü O’nun bakışları, her zaman günlük
olayların üstüne çıkan, ölümün, duanın, şiirin, sonsuzluğun,
hiç bitmeyecek olan bir yalnızlığın anlamları ile yüklü
idi... Rilke’nin yalnızlığı, küskünlükten, olumsuz
düşüncelerden doğan yalnızlık değil, gönül rahatlığı ile,
severek kabul edilen, seçilen yalnızlıktı. Rilke’den sadece
sanatçıların değil, yaşı, öğrenimi, sosyal durumu ne olursa
olsun, herkesin öğreneceği çok şey vardır. Önemli olan,
varlığa, hayata, dünyaya, tabiata, insana bakış tarzıdır.
Büyük Yunus’un,
“Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.”
Derken duyduğu heyecanı, hayreti, hayranlığı, ürpertiyi
duyabilmektir.
Rilke,
onunla karşı karşıya oturuyormuş gibi, sonsuz bir sevgi,
saygı ve ilgiyle okunması gereken bir yazardır. Her
bulduğunu okuyan, gelişigüzel satırlara göz gezdiren,
cümlelere, emercesine, içine sindirmek, kendine mal etmek
için sonsuz bir açlıkla değil de, çarçabuk gelip geçen bir
sürat katarı gözü ile bakanlar Rilke’yi pek sevemezler.
Kitap, koşarak değil, sözcükler üzerinde durarak, üzerinde
düşünerek, kılı kırk yararak okunmalıdır.
Okunmaya değer bir kitap, tekrar tekrar okunmalıdır. Ta ki,
okunanlar insanın içine sinsin, ondan bir parça olsun,
kanına girsin, damarlarında dolaşsın.
Eski
çağlarda insanlar az kitap okuyorlardı, fakat iyi
okuyorlardı. İçlerine sindiriyorlardı ve okuduklarına göre
yaşıyorlardı.
Rilke’nin, yazılarında, yalnızlık üzerine ısrarla durması
bir rastlantı değildir. Bencil, gururdan ve kendini
beğenmişlikten doğan bir yalnızlık, insanı toplumdan
uzaklaştırmakla kalmaz, başkalarına, hatta kendine bile
faydalı olmaktan alı koyar... Önemli olan, yüzyıllar görmüş
çınarlara benzeyen görkemli yalnızlıktır. Dünya nimetlerinin
en tadılmamışının, en bilinmeyeninin yaşandığı, insanı
geliştiren, büyüten, yücelten, yalnızlık... İnsan,
yalnızlığını bilinçle seçerse, kendi iç dünyasına iner;
iyiyi, güzeli, doğruyu arama yoluna girmiş olur. İnsanın
güncel yaşantısındaki binbir şey üzerinde parça parça, bölük
pörçük dağılan duygu ve düşüncelerini toparlar. Düşüncesinde
daha parlak bir ışık, kalbinde daha derin bir yaşama
sevinci, iradesinde yepyeni bir dayanma gücü bulur.
Gözlerini dıştan içe çevirebilenler, çokluktan tekliğe
dönebilenler, gerçekten duyabilen ve düşünebilenlerdir.
Ruhlarının mimarı olanlardır. Pascal, “insanların mutsuzluğu
tek bir şeyden doğar. Boş zamanlarda bir odada sessiz ve
sakin oturmayı bilmemekten...” diyordu. Kişilik, kendini ve
şartlarını benimseyerek, ona derin ve güzel bir şekil
vermektir. Hile, menfaat ve gevezeliğin hâkim olduğu günlük
hayatın daracık sınırları içinde, bir insanın ruhen
yücelmesine olanak var mıdır? Yaşamak, gerçek boyutlarıyla
ancak yalnızken elindedir insanın...
Rilke,
“Malte Laurids Brigge’nin Notları” nı yazarken çok uğraştı.
Didindi. Eseri, dilimize kazandıran Behçet Necatigil, (“Malte
Laurids Brigge’nin Notları” bir günce— romandır. Aralıklı
günlerde tutulmuş, notlardan, güncelerden oluşan bir
roman)’dır diyor. 1902-1910 yılları arasında yazıldı.
Yazdığı vakte kadar geçen yaşamının, deneylerinin,
düşlerinin, çalışmalarının birikimiydi... Malte 28
yaşındadır. Danimarkalıdır. Paris’tedir ve yapayalnızdır.
Notlar için klasik anlamda roman diyemeyiz. Yer yer şiirsel
denemeler demek daha uygun düşer. Notlar’da bir ömür boyu
okunsa yine de doyulmayacak, bıkılmayacak harikulâde güzel
bölümler vardır. Değişik çevrelerde, değişik ruh halleri
içinde yüzlerce kere okunsa, insan her defasında yeni bir
heyecan duyabilir, yeni bir hazla sarsılabilir...
Rilke,
Notlar’da eriştiği büyük başarı ile bir çok büyük sanatçıyı
kendisine hayran bıraktı. Kitapta bütünü ile Jean Peter
Jacobsen’in dramını görürüz. Paris’te herkesten uzak
yaşayan, son derece içli ve duygulu gördüklerinin ve
işittiklerinin etkisi altında yaşayan Malte, bir yandan,
kendini dış dünyaya verir, bu dünyayı korkunç da olsa içine
almak ister. Bir yandan da, kendisini iç dünyaya,
görünmeyen, özlü ve yüksek olana, Allah’a bağlar.
Notlar’ın dünya edebiyatında çok sevilen, aranan, tekrar
tekrar basılan bir kitap oluşu, biraz da, pek çok genç
insanın, Malte’ın kişiliğinde kendilerinden bir şey
bulmalarından ileri gelir; kitabın ikinci baskısı Aralık
1966’da yayınlanırken, arka kapakta şu ilginç tümceyi
okuyoruz:
“Yaşları bugün yirmi beşle, otuz beş arasında olan bir
kuşağın çocukları “Malte Laurids Brigge’nin Notları” ndan
söz edildiği zaman, bayağı heyecanlanır, ezbere satırlar
okur, O bizim başucu kitabımızdı.” derler.
Lou
Salomé’ye yazdığı bir mektupta Rilke diyor “.....bir
vakitler büyük, korkak bir şaşkınlığın içine düştüğüm gibi,
şimdi de adı hayat olan bir dehşetle kuşatıldım. “Ama artık
bu” Rilke’nin ilk kez dehşetle tanıştığı yer olan “Paris”
kısmen, ruhî – biyografik bir roman olan “Notlar” da “acının
okulu, Hissin, Görmenin ve Ortaya Koymanın gücü yanında
hiçbir pahaya reddedilemeyen bir meydan okuma olur.” (Abdurrahman
Cahit, Edebiyat, Şubat – 1974, sayı 7).
Notlar’dan alınan şu parça, Malte’ın kişiliği hakkında
yeterli bir fikir verebilir.
“.....OTURUYOR ve bir şairi okuyorum. Salonda pek çok insan
var, ama farkına varılmıyor. Kitapların içindedirler. Bazen
uyuyan ve iki rüya arasında sağından soluna dönen kimseler
gibi, yapraklar arasında kımıldanıyorlar. Ah, kitap
okuyanlar arasında olmak ne güzeldir. İnsanlar, niçin hep
böyle değiller? Birinin yanına gidip hafifçe dokunabilirsin;
hiçbir şey duymayacaktır. Ve ayağa kalkarken yanındakine bir
parça çarpar ve özür dilersin, sesin geldiği yana bakar,
başını kaldırır ama görmez seni ve saçları uyuyan bir
insanın saçları gibidir. İnsan için ne hazdır bu. Oturuyorum
ve bir şairim var. Ne talih. Salonda belki üç yüz kişi
okuyor şimdi; ama ayrı ayrı her birinin bir şairi olması
imkânsız. (Allah bilir, neleri var onların) Yoktur üç yüz
şair. Ama bak, ne talih, ben bu okuyanların belki en hakiri,
bir yabancı: bir şairim var. Gerçi fakirim. Gerçi her gün
giydiğim elbise yer yer eskimeye başlamış, gerçi
ayakkaplarımda şu veya bu kusur bulunabilir. Doğru, yakam
temizdir, çamaşırlarımda öyle ve bu halimle büyük
bulvarlardan birinde istediğim pastaneye gidebilirim ve
rahat rahat, elimi bir pasta tabağına uzatır, bir şey
alabilirim. Böyle bir davranışı garipsemez kimse ve beni
azarlamazlar ve bana kapıyı göstermezler.”
Dr.
Traugott Fuchs, ilk Malte çevirisine yazdığı önsözde;
“...Rilke’nin
anlaşılması biz Almanlar için de zordur; hatta aramızda,
birkaç sayfasını karıştırdıktan sonra, bunca müşküle,
karanlığa ve kendi kanaatlerince klasik açıkçılık ve
güzellik yoksulluğuna kızarak onu, bir çırpıda reddedip,
itinalı bir tasniften geçmiş kütüphanelerinin mariz intizam
perverliğine hapsedenler de bulunur. Yıllanmış
koltuklarından kalmak istemeyen katılaşmışların
kütüphanelerde o tutuşmuş, yanmakta olan yalnız; gurbette
gibidir ve bekler: Derken bir hayran gelir ve o hor fakir
görülmüş kitapların birini, zengin raflardaki naçarlıktan
kurtarıp, kalbinin hürriyetine ve fakir odasının enginliğine
götürür ve kendi malıymış gibi kesin ve amansız, o kitabın
üzerine kendi adını yazarsa, Tanrı şahidim olsun, bu suç
bağışlanacak türdendir...” diyordu.
Yine
“ Malte’dan aldığımız şu bölüm ne kadar anlamlı:
“.....İçinden, seni ürperten bir şeyler yükselen genç adam,
kimselerce bilinmeyişinden faydalan! Seni hiçe sayarlar,
sana itiraz ederlerse, tanıdığın görüştüğün kimseler senden
tamamen el çekerlerse, düşüncelerinden dolayı seni yok etmek
isterlerse; seni kendi benliğine toplayan bu gözle görülür
tehlike, seni dağıtarak zararsız hale sokan sonraki şöhretin
sinsi düşmanlığı karşısında hiç kalır.
Küçümseyerek bile olsa, senden bahsetmesi için kimseye
ricada bulunma. Ve zaman geçer de isminin insanlar arasına
yayıldığını görürsen, onların ağzında bulduğun bütün
şeylerden daha ciddiye alma bu ismi. Şöyle düşün: adın
kötüye çıktı ve hemen bırak bu ismi. Bir başka isim al,
Tanrının gece vakti seslenebileceği başka, herhangi bir isim
al. Ve bunu herkesten sakla.”
Malte’ın bölümleri içinde beni en çok heyecanlandıran,
düşündüren bölüm şu oldu:
“...Ah, gençken yazılan mısraların kıymeti zaten nedir ki.
Beklemeliydi ve bütün bir ömür boyu, mümkünse uzun bir ömür
boyu, mâna ve lezzet toplamalıydı ve sonra, tamamen sonunda
belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar, insanların
dedikleri gibi, hisler değil (his pek erken başlar),
tecrübelerdir. Bir mısra için insan, birçok şehirler
görmelidir, insanlar ve eşyalar görmelidir, hayvanlar
tanımalıdır, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir, küçük
çiçeklerin sabahları hangi kımıldanışlarla açtığını
bilmelidir. İnsan, meçhul semtlerdeki yolları, beklenmedik
tesadüfleri ve uzun zamandır gelmekte olduğu görülen
vedaları düşünebilmelidir, halâ anlaşılmamış çocukluk
günlerini; bizi sevindireceğini sanarak hazırladıkları (ama
ancak bir başkasını sevindirebilecek) bir sürpriz yüzünden,
anlamayıp incittiğimiz anne ve babayı; o kadar çok, derin ve
müphem değişmelerle, acayip ve tuhaf başlayan çocukluk
hastalıklarını; sessiz, kapanık odalarda geçen günleri ve
deniz kıyısındaki sabahları; denizi; denizleri; üstümüzde
esen ve bütün yıldızlarla uçan yolculuk gecelerini
düşünebilmelidir; bütün bunların hepsini düşünebilmek de
yetmez. İnsanın birbirinden farklı birçok sevda gecelerine
ait hatıraları olmalıdır; doğuran kadınların haykırışlarına
ait, içine kapanan, hafif beyaz, uyuyan lohusalara ait
hâtıraları olmalıdır. Ama, hem de, can çekişen kimselerin
yanında oturmuş bulunmalıdır; kesik kesik gürültü duyulan,
penceresi açık odada ölülerle durmuş olmalıdır. Ve insanın
hâtıraları olması da kâfi gelmez. Hâtıralar çoksa onları
unutabilmelidir ve insanın, hâtıralar gelecek diye
beklemekte büyük sabrı olmalıdır. Çünkü hâtıralar da henüz o
değildir. Hâtıralar nacak hücrelerimizde yerleştikleri,
bakış ve hareketlerimizde okundukları, esinsizleştikleri ve
artık bizden ayırt edilemedikleri zaman işte ancak o vakit,
çok nadir bir saatte, bir mısraın ilk kelimesi, hâtıraların
ortasından ve hâtıralardan tecelli eder.”
“Malte Laurids Brigge’nin Notları” yayın yılı 1910, birçok
edebiyat tarihlerince Modern Avrupa Edebiyatı’nın başlangıcı
sayılıyor... Joyce, Proust ve Kafka’dan önce Rilke, 19.
yüzyılın gelenekçi romanı yanına, boş bir arsaya, modern
romanın temellerini attı. Varoluşçu bir yöntemle, bireyin iç
dünyasındaki depremleri vurguladı. Bu romanın bizim için bir
önemi de, batı kültür hazinesini tanımamız konusunda zengin,
canlı bir müze oluşturmasıdır.” (Behçet Necatigil, Milliyet
Sanat Dergisi, 12 Aralık 1975, sayı: 162)
Andre
Gide, Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı okuduktan sonra,
“İki haftadır sizinle yaşıyorum, kitabınız bütün varlığıma
el koydu. Sizi daha iyi tanımak, daha çok sevmek de ondan”
diye yazıyor Rilke’ye. Valéry ise, “Bugüne dek tanıdığım
olağanüstü kişiler arasında, en büyüleyici olanlardan biri
ve en esrarlı olanı Rilke’ydi. “Büyü” sözünün herhangi bir
anlamı varsa, diyebilirim ki, onun sesi, bakışı,
davranışları, onunla ilgili her şey, büyülü bir varlık
izlenimi bırakıyordu kişide” diye söz ediyor ondan (Turan
Oflazoğlu; Rilke, Seçme Şiirler, Cem Yayınevi, İstanbul
1976, s.10).
Malte’ın yayınlanmasından ve büyük başarısından sonra, Rilke
için bir başka dönem başlıyordu. Yeni bir sessizlik, yeni
bir susuş ve arayış dönemi... Rilke kendine özgü olanı
bulmak istiyordu. Daha yeni, daha başka bir sese ve soluğa
sahip olmak istiyordu. Yazdı. Okudu. Gezdi. Görüştü.
Kazandığı ünü yitirmekten korkmuyordu. Çünkü zaten
istemiyordu ünü. Ün dedikleri, gelişmekte olan bir insanın
üstüne kitlenin yürümesi ve onun gelişmesini durdurması
değil miydi?
Nihayet, bu uzun susuş, ürününü verdi ve bir çok
eleştirmenlerce çağımızın en önemli şiirleri sayılan Duino
Elejileri gün ışığına çıktı.
Burada Rilke, bütün başarılarımız sırf gösterişlerden ibaret
olduğu için bu âlem kendi hakiki tadımızı vermiyor ve biz
dünyadaki adetlerimizi yerine getirmek için çalışmıyoruz,
diye yakınıyordu. Bir zamanlar insanlar büyük ve hemen hemen
Allah’a yakınken, kalplerimizde ıstırabın maden kuyusunu
deşmişler ve bu kuyunun derinliklerinde saf bir halde duran
ezeli acıdan pırıl pırıl cevherler çıkarmışlardı. Halbuki bu
günün insanları acıları israf etmektedirler. Kendilerini
hayatın gürültülü panayırında kaybetmekte, bu panayırın atış
yerlerindeki sayısız hedefler önünde hesapsız kazançların
zevkini çıkarmaktadırlar.
Bugünkü insanlar aşkta da başarılı olamıyorlar. Aşkları
hiçbir zaman hercai bir sevdadan öte geçemiyor.
Istırap ve aşk gibi kökleri aynı toprakta bulunan ölüm
karşısında, biz hemen hemen zavallı ve çaresiz kalıyoruz.
Toprağın bu kutsal ilhamını kendi öz benliğimiz gibi
içimizde olgun bir hale getireceğimize, vakti gelince, onu
herkes, ucuz ve manasız bir kışlık şapka gibi hazırcı terzi
“ madam Lamort’dan” alıp başına geçiriyor. (Beşinci Eleji).
Fakat
ıstırap ve ölüme karşı duyduğumuz duygulara ve sevgideki
yetersizliğimize karşın, toprağın bize yüklediği ödev,
evrenin yaratılışından bugüne kadar hep aynı kalmakta ve bu
ödev bizi, hep aynı şekilde, faniliği kendi içimizde
ebedilik haline çevirmeye zorlamaktadır. Dış âlem her gün
biraz daha kaybolmalıdır. Çünkü dünya hiçbir zaman içten
başka bir yerde değildir. (Yedinci Eleji).
Ölüme
karşı bilinçli yaşamak, anlamını kavramak, onu hayata
eklemek.... büyük ve anlatılmaz olan buydu.
Rilke
Rusya’da yolun başında iken genç adamın ilkesi “Allah’ı
gerçekleştir”di. Yolun olgun sonuna gelince bu ses, “gerçeği
ölümsüzleştir” olmuştu.
Duino,
İtalya’da, Venedik’le Triesta arasında, Adriyatik
kıyılarında bir yalçın kayalığın üstüne kurulmuş, on ikinci
yüzyıldan kalma bir ortaçağ şatosunun adıydı (Zahide GÖKBERK,
Rilke ve Duino Şatosu, Varlık Dergisi, Sayı 514, sf.8-9, 15
Kasım 1959). Şato yapıldıktan sonra çeşitli eller
değiştirmiş, on yedinci yüzyılın başında, bugünkü sahipleri
olan ve eski bir Alman soyundan gelen “Thurn und Taxis”
Prenslerinin eline geçmişti. Rilke, şatonun o zamanki sahibi
bulunan ve kendisinden bir hayli yaşlı olan Prenses Marie
Thurn ve Taxis'le bir vesile ile tanışmış, kültürlü, ince
yaradılışlı, duygulu, zeki ve anlayışlı bir kadın olan ve
şatosu devrinin birçok ünlü sanatçılarına açık bulunan
Prenses, Rilke’nin ne ölçüde bir sanatçı olduğunu, gelecek
için neler vadettiğini hemen anlamış, ona ölünceye kadar
derin bir dostluk, eşine az rastlanır bir anne yakınlığı ve
şefkati göstermiştir. Bu tanışmadan sonra, Duino Şatosu
Rilke’ye ömrü boyunca kendi evi gibi açık olmuş, şair
istediği zaman oraya gidip, haftalarca, aylarca kalmış,
burada tabiatın akıllara durgunluk veren sessizliği,
güzelliği içinde yaşamış, çalışmış ve yazmıştır.
Rilke,
her biri yüzyılımızın gerçeğe karşı güveni sarsılmış,
gideceği yolu yitirmiş, çaresiz insanın melankolisini dile
getiren ve bu insanın kendine bir yol bulmak, bir yön vermek
denemesi olan on şiirin adını acaba neden Duino Elejileri
koymuştu? Bununla Prensesin kendisine gösterdiği yakın
dostluğa karşı minneti mi anlatmaya çalışmış, yoksa bu
şiirlerin, esrarlı Duino şatosunun, uçsuz bucaksız bir dünya
ortasında kaybolmuş Duino kırlarının, Duino manzaralarının
anlatılmaz güzelliğinin içinde yarattığı duyguları dile
getirmek için yazıldığını mı söylemek istemişti?
Rilke,
Duino Elejilerini on yılda tamamlamıştır. Onları, önce 1912
yılında Duino şatosunda yazmağa başlamış, 1922 yılında
İsviçre’de ömrünün son yıllarını içinde geçirdiği Muzot
Şatosunda bitirmiştir. Rilke’nin bu elejileri yazmaya
başlayışını Holthusen, Rilke biyografisinde şöyle anlatır:
“...O günlerde olup bitenler Rodin ve Cézanne’ın anladığı
mânada, isteyerek, irade gücü ile ortaya konmuş bir çalışma
ürünü değildir; anlaşılmaz, esrarlı bir ilham ve kendinden
geçiş ile meydana gelmişlerdir.
Şato’da, Rilke’nin çalışma odası, deniz tarafına penceresi
olmayan yarı loş bir kütüphane odası idi. “Rilke
yalnızlığını, doğayla ve meleklerle paylaşıyordu. Bu melek
temasının, Rilke’nin şiirlerinde çok önemli bir yeri vardır.
İlk eleji’nin ilk mısraı “Haykırırsam, melekler ülkesinde
beni kim anlar ki” diye başlar. Bunlar sanki, bütün hayatı
boyunca birlikte yaşadığı melekler için yazılmıştır. Rilke,
burada göklere çıkarak meleklerden haber verdiği gibi, yere
inerek acılar içinde kıvrandığı dünyayı da anlatır.” (Genç
Bir Şaire Mektuplar, Çeviren Melâhat Özgü, Remzi Kitabevi,
İstanbul 1963, ikinci baskı, sf.92).
Ölüm
üzerindeki düşüncelerinden, zamanla insanlar uğruna çekilen
acılardan, az ve tam olanlardan, çocuklardan, genç
kızlardan, erken ölenlerden, kutsal varlıklarından ve
yiğitlerden, bitki ve hayvanlardan, Allah’a yakın
olanlardan, sevgili sessiz şeylerden haber verir. Her biri
ayrı bir şiirde işlenmiştir; her birine birer başlık
aranacak olursa, birine erken ölenlerden, ötekine
yiğitlerden, sevgililerden ya da acı çekenlerden denecek
olsa, hiç biri özünü tam anlamıyla vermez.
Rilke,
evrenden kendini sıyırıp, bir seyirci gibi Allah’ın
büyüklüğünü ve insanın hiçliğini görüp, bu gözlemlerden
sonsuz ve temel gerçekleri çıkararak, bütün şiirini insanın
manevi görüş ve açıklık uğrundaki çabasına yöneltmiştir.
Kendi dinî buhranları ve zaferleri, insanlığın mücadele,
ölüm ve yeniden doğmasının sembolüdür.
“Bu
büyük eser ancak GOETHE’nin ‘FAUST’ eseriyle
karşılaştırılabilir.” (Sedat Umran, R. M. Rilke, Hisar
Dergisi, Eylül 1976, Sayı. 153, sf. 23).
....
“Şiir işlevinde ve deyiş araçlarına o güne değin
erişilebileni aşmıştır. Bütün Avrupa’nın kültür maddeleri ve
görünümleriyle beslenmiş ve etkisini göstermiştir. Okuyucuya
da, dünyanın ve yaşamın yeni bir derinlik boyutunu
kazandırmıştır. ......Bir yabancıyı anlamak, onunla dialog
kurmaktır. Dialog ise, kendimizi kendimize anlatır. Bunun
için Rilke’yi anlamak gerek.” (Melâhat Özgü, Rilke’yi
Anlamak, Türk Dili Dergisi, Ocak 1977, Sayı: 304, sf. 81).
Rilke,
şu satırları ile, sanki ilerde yazacağı, çağının şiirinin
muştusunu verir gibidir:
“....Bu dili iyi anladıkları nispette, sade bir şekilde
kullandılar. Eşyanın büyük sükûneti içine daldılar. Hiç
beklemeden, sabırsızlık etmeden, varlıkların kanunlar içinde
nasıl eridiğini duydular.” (Manzara, R. M. Rilke, Çeviren
Melâhat Özgü, Tercüme Dergisi, Mayıs 1951, Sayı:52, sf.
247).
Duino
Elejileri’ni yazarken, Rilke, hastalıklarından,
karamsarlıklarından sıyrıldı. Bambaşka bir kişiliğe büründü.
Yüzü gülüyor, hayata umutla bakıyordu.
“Ölümüne dört yıl kala, onu ziyaret eden dostları, onu
gerginliği yatışmış, yeniden canlanmış, daha mutlu buldular.
Haziranda prensesi, Temmuzda Kippenber ailesini kabul eder
Rilke. Amacı yeni yapıtlarını okutmaktır onlara. “Değişmiş
bir insan gördüm” diye yazar Prenses o zamanki ziyareti
üzerine. “Işıyan ve mutlu. Hiçbir zaman bakışını
unutmayacağım.” Sonra, günlük notlarında şunları açıklar
Prenses: “Ve okuduğu müddetçe, yalnız onun okuyabileceği
harikulâde okuması müddetince, sürekli yüreğimin atışlarını
duyar, gözyaşlarımın yüzüme doğru aktığını hissederdim...” (Rilke,
Haus Egon Holtkusen, R.Verlag Çeviri: M. Eşref Selçuk,
yayınlanmamıştır).
Şiirin alanı görünen eşyayı aşar, görünmeze varır. Eşyada
mevcut olmayan şeyleri görmek şiirdir. Büyük, harikulâde,
güzel ve kutsal olan her şey sırlara bürünmüştür. Şiir,
sırrın dilidir. Rilke’nin elejilerini okurken, bir güzellik
ve derinlik duygusu sarıverir insanı. Anlatılması olanaksız
bu durum, Rilke’nin yüce gönlünden okurun gönlüne akar. Bu
şiirlerde O, insan ruhunun en gizli köşelerini gördü ve
gördüklerini kendine özgü bir yöntemle gün ışığına çıkardı.
Rilke,
bir ömür boyu, ruh temizliği içinde yaşadı. O temizlik ve
arılıkla dolmuştu sanki. İçinde vardı. Zaten ruh arılığı
öğrenilemez ki... Sadece duyulur ve yaşanır.
Nietzsche “Yazılarıma her zaman bütün hayatımı ve bütün
kişiliğimi koydum.” der. Benzer durumu Rilke’de de
görüyoruz; en gizli ruh hallerini öyle somutlaştırmıştı ki,
onları unutmak düşünülemez. Çünkü O’nun sanatının en büyük
özelliği değişmiyeni kavrayabilmesinde idi. Rilke en iyi, en
güzeli gerçekleştirmeye nefsini adamış bir kişi idi, 19.
yüzyılın son çeyreği ile, 20. yüzyılın ilk çeyreği arasında
yaşadı. Bilim, evren görüşünü süresiz genişletiyordu.
Olanaklarımızın sınırları çoğalırken, O, evrenin sonsuzluk
ve karmaşıklığını daha iyi anlıyordu. Bir düşünceden kök
alan inançtı. Köksüz, sübjektif bir duygulanış değildi bu.
Düşünce ve inançla gereği gibi yuğrulmayan, fizikötesi acıyı
gereği kadar tadamayan hangi şair, ölümsüzlüğe ulaşmıştır?
İnsanın duyguları kadar, bilinç altı karanlıkları kadar,
düşünceleri ve inançları da şekillendirir. Şairin şiire
ulaşmadan önce, gerçek, insana ulaşması önemlidir.
Rilke’ye göre gerçek bir yönlü değil, çok yönlü idi. Her
şeyin olduğundan daha başka türlü olabileceğini söylerdi. O,
duyduğu, hatta duyduğunu sandığı her şeyi söyledi ama yine
de en kavranılmayan sırlarla dolu bir yazar olarak karşımıza
çıkıyor.
Birinci Eleji’nin ikinci mısraı: “Diyelim ki, birisi beni
ansızın bağrına basıyor ve ben O’nun güçlü varlığında
eriyorum.” Üçüncü mısraı, “Çünkü güzel olan, ürpertici
olanın başlangıcından başka bir şey değildir.”
Şu
iki mısra dahi, Rilke’nin hiç de kolay anlaşılır bir şair
olmadığını kanıtlar. O’nun çalışması ve araştırmaları için
hiç çekinmeden, “Kahramanca” diyebiliriz. Kolay gerçekleri,
toplumun gerçektir deyip geçiştirdiği değer yargılarını
Rilke, bıkmadan, usanmadan tekrar tekrar irdeliyordu.
Kolaylıkla, ne genel kanılara, ne de uzmanların yetkilerine
uyuyordu.
Rilke,
en karışık, görünüşte nizamsız olan şeylerde bile bir nizam
arardı. Aslında çok basit gibi görünmekle beraber, bu
dünyayı ve hayatı değiştirecek bir düşünce idi. Yaşadıkları
günlük hayata, bu fikri uygulayanlar sonsuz bir güzellik ve
ihtişamla karşılaşırlar. Rilke’ye göre, eşyası yerli yerine
konmuş bir oda huzur vericiydi. Zaten sanat, kaosu kozmos
haline getirmek, karışıklığa nizam vermek değil miydi?
Bu
yapıdaki bir insanın, birinci dünya savaşı sırasında ne
kadar acı çektiğini herkes anlıyabilir. Paris’teki evi,
bütün varı yoğu ile soyularak yıkıldı. Muzot’dan, 28 Kasım
1921’de, Simone Brüstlein’e yazdığı mektup, bu durumu
belgelemektedir:
“......Ah, anlıyorsunuz değil mi? Savaşı ve acıyı
anlıyorsunuz! Anladığınızı biliyorum. Savaş yıllarındaki
hadiselerin bütün varlığımla yaptığım çalışmayı nasıl
böldüğünü, gerek bu, gerekse başka bir sebepten derinliğe
dalmanın, şifa bulmanın, yeniden işe koyulmanın
imkânsızlaştığını biliyorsunuz. Savaştan sonra da: Bir sene
kadar önce, nihayet varlığıma dönebileceğimin ve çalışmaları
orada geliştirebileceğimin ümidedildiği koruyucu sığınağa,
dağa davet edildiğimi biliyorsunuz. Daha sonrasını da
biliyorsunuz. Bir alın yazısı ile her şeyin nasıl
değiştiğini. Baş gösteren gam ve endişenin, benim daldığım
bu durumdan çıkarmanın çok uzak, korkunç derecede uzak
olduğunu biliyorsunuz. Bu bilinmeyen endişe belli bir
derecede yatıştırılana kadar, sükûnetin bir daha geri
gelmeyeceğini biliyorsunuz. Görülmemiş bu sarsıntı bütün iç
yapıyı bozdu. En kötüsü de hayatımda ilk defa işime ihanet
etme isteğine kapılmış olmamı hissetmemdir.”(Çeviren: Gülsen
Önalp, yayınlanmamıştır).
Duino
Elejileri ile hemen hemen aynı zamanda “Orpheus’a sone” adlı
şiirleri yayınlandı. Üstün bir sanat gücünü yansıtıyorlardı.
Rilke
gülleri çok severdi. Bıkmadan, usanmadan bakar, sanki
onların iç yüzünü görmek isterdi. Sanatında gülün yeri çok
büyüktür. Mezar taşına kazınmak üzere yazıp bıraktığı
mısraların ana motifi de güldü.
“Gül,
ey saf çelişki, nice gözkapağının altında
hiç
kimsenin uykusu olmamanın
sevinci.”
Rilke,
son zamanlarında Vallis Alplerinde Dr. Werner Peinhard’ın,
ona satın aldığı köşkte yaşadı ve burada 29 aralık 1926
gününde öldü. İsviçre’nin bir dağ köyünde, küçücük bir
kilisenin mezarlığında gömülüdür. Kendisini haftalarca
yatağa bağlayan ağır ve işkenceli bir kan hastalığından
sonra 51 yaşında hayata gözlerini yumdu. Yaşadığı sürece,
ölümü, hayatın tamamlayıcısı diye kabul etmişti. Çok sevdiği
bir dostuna yazdığı bir başsağlığı mektubunda şöyle diyordu:
“Matemleri için teselli bulmuş olanlara yazık. Ölümün
aydınlığı, berraklığı yanında bütün teselliler bulanıktır.”
“Rilke, sâkin bir gecede, inzivada öldü. Yanında bir tek
hizmetçisi vardı. Can çekişirken beş isim mırıldandığını
söylerler: Tanrı, İsa, Köylü Rus Şairi Droşin, Tolstoy ve
Rodin. Sonra hırıltı gibi birkaç kelime, tam ölürken:
Dilenciler, hastalar, zavallılar...” (Şair Rainer Maria
Rilke, Celâlettin Ezine, Hamle Dergisi, Eylül 1940, Cilt I,
sayı 2, sf.3-9).
Rilke
ömrü boyunca manen ve maddeten temiz bir hayat yaşadı.
Kibardı, zarifti. Sessizliği ve yalnızlığı severdi. Çok
güzel konuşur; basit, önemsiz bir konu bile, onun dilinde
yepyeni boyutlar kazanırdı. Onu dinlemenin tadına
doyulmazdı. Son derece titiz, dikkatli bir insandı. Yazdığı
yazılarda, mürekkebin renginden, harflerin güzelliğine,
satırların düzgün oluşundan, kâğıdın kalitesine kadar her
şeye dikkat ederdi. Bir kelimeyi bile değiştirse derhal o
sayfayı yeniden temize çekerdi. Giysileri, göze batmaz fakat
her zaman temiz, zarif ve bakımlı olurdu. Konuşurken
kullanacağı kelimelere bile çok dikkat ederdi. En basit bir
yerde bile otursa, vazosuna koyacağı renkli bir çiçek,
duvara asacağı güzel bir tablo ile derhal kişiliğinin
damgasını vururdu oraya... O kadar dikkatli, her şeye,
bilhassa güzelliğe karşı o kadar duyarlı idi ki, yoldan
yürürken gördüğü güzel bir tabelaya bile hayranlıkla
bakardı. Bazan bir hayvanın, bazan bir çiçeğin önünde
saatlerce durup onu incelemekten, ondaki güzelliği
yaşamaktan yorulmazdı.
Gösterişten, ünden daima kaçtı. Dergilerde resimlerinin
basılmasını istemezdi. Halbuki yakından incelenirse insanı
etkiliyen bir güzelliği vardı. Kendine bir kitap ödünç
verildiğinde, bunu ipek bir kâğıda sarıp, yanına bir çiçek,
ya da kendine özgü bir kaç söz katarak iade ederdi.
Kimseyi kırmadı, kimseye kırılmadı. Mütevazî idi. Yavaş
sesle ve az konuşurdu. Dedikodu yapmazdı. Lüzumsuz söz
söylemezdi. Daima, müspet ve hayırlı konuşur yoksa susardı.
Yalan söylemez, gösterişten hoşlanmazdı. Eşyanın hakikatını
görebilmek için çırpınırdı. Düzenli yaşar, lüksten kaçardı.
Çalışma masası her zaman intizamlı idi. Yazı masasının
üstünde kurşun kalemleri, yazı kalemleri dümdüz sıralanmış
olarak, boş kâğıtlar da tam bir dikdörtgen biçiminde
dururdu. Asil kalbi, ottan Allah’a kadar bütün varlığa karşı
sevgi ve saygı ile doluydu. Hiçbir konuda yüzeyde kalmayı
sevmezdi. Olanaklarının elverdiği ölçüde, gerçeğe varmaya
çalıştı. Kimsenin sözünü kesmez, başkalarına saygı aşılardı.
Çevre O’nun yüce kişiliğini kendiliğinden kabul ederdi. Ön
yargılardan uzaktı. Hoşgörü sahibi idi.
Sağlam ve doğru düşünmesini bilen nadir insanlardan biri
idi. Gerçekçi idi. En girift, en karışık sorunları, en ince
ayrıntılarına kadar, bıkmadan, usanmadan inceler, analiz
eder, gerçeğe ulaşmaya çalışırdı. Hiç bir zaman şımarmadı.
Kendini yanlış anlayanlara da hoşgörü ile davranır, bunu bir
sorun haline getirmezdi.
Duydukları, gördükleri, okudukları, tanık oldukları,
düşünceleri oranında, varlığın ve eşyanın hakikatını
öğrenmeye, Tanrıyı sevmeye, O’na yakın olmaya çalıştı.
Burada, çalıştı kelimesi hafif kalıyor. Kendini helâk
edercesine uğraştı, çırpındı, didindi... Bu yolda ne
yapılabilirse onu yaptı. Hangi çizgiye kadar gelinebilirse,
oraya kadar geldi.
Carlyle’ın anladığı mânada, o, bir kahramandı. Çünkü,
kahramanlar kahramanca yaşadı. Çünkü ivazsız garazsız bir
hakikat arayıcısı oldu. En halisinden bir Hak aşığı idi.
Burada bir soru akla geliyor. Acaba daha ötelere gidemez
miydi? Daha yücelere... ötelere... ötelerin ötesine...
Evet,
cevabı zor bir soru... Ne var ki insanlar, bir yerde,
olanaklarıyla sınırlılar...Eğer Rilke daha başka bir zamanda
ve çevrede, daha farklı durumlar ve kişilerle karşılaşsaydı,
belki yaşam çizisi daha değişik olurdu. Belki gönül
ikliminde daha fazla yol alabilir, nasibi daha bir başka
olabilirdi. Bir gönül eri ona rastlasa, elinden tutsa, yol
gösterse, belki mâna âleminde daha büyük, daha uzak iklimler
fethedebilirdi.
Ama,
o saf ve temiz ruh, o zarif ve ince insan, elindeki
malzemeden ne yapabilirse o kadarını yaptı. Hani, halk
arasında yaşayan bir söz vardır, babamın adı Hıdır, elimden
gelen budur, derler ya. Öyle işte... O kadarını yapabildi.
Gücünün ve olanaklarının son çizgisine kadar geldi. Bir ömür
boyu gerçeğin arayıcılığını yaptı. İnsanca yaşadı. Sevdi,
sevildi ve öldü...
|