Yazıları

 

subHeader_l

  Gönül Sohbetleri                                                                                                Sabri Tandoğan

 

ÖĞRENMEK VE YAŞAMAK
Eklenme Tarihi : 8/5/2005 6:02:14 PM



     Vaktiyle bir adam kendini arıtabilmek, temizleyebilmek, ebedi doğruları ve güzellikleri öğrenebilmek için bir rehber arar. Bir gün samimi olduğu, kişiliğine inandığı bir arkadaşına açılır. Arkadaşı onu saygıyla ve edeple dinler, sonra “Bak kardeşim” der. “Filan mekânda, çevresinde çok sevilen, çok sayılan, herkesin elini öptüğü, müşküllerini açtığı, duasını almak istediği bir zat var. Ona git, merâmını anlat, neticeyi bana bildir.” O şahısla tanışır elini öper. Şehrin kenar semtlerinden birinde, küçücük bir dükkanda kundura tamirciliği yaparak ekmeğini kazanmaktadır. Halini anlatır, yardım ister. O günden sonra aralarında çok nezih, çok temiz, sevgiye ve saygıya dayanan hoca talebe ilişkisi kurulur.



     Bir gün o şehre münâdiler gelir. Halka ilân ederler. “Filan gün filan saatte Çarşı Camiine bir Hadis alimi gelecek. Duyduk duymadık demeyin. Siz de dinlemeye gelin” O gün ikindi namazından sonra ders başlayacaktır. Bizim kundura tamircisi ezanla beraber camiiye gider. Namazını kılar, tesbihini çeker, duasını eder, sonra dersi dinlemeyerek camiiyi terk eder. Camiidekiler hayret içindedir. Bizim bunca yıldır elini öptüğümüz, müşküllerimizi hallettiğimiz, duasına inandığımız bir insan, nasıl olur da böyle kıymetli bir Hadis aliminin dersini dinlemeden çıkar gider. Cemaatten biri der ki, “Arkadaşlar hepimiz bu zatın iyiliklerini gördük. Gıyabında konuşup onu incitmeyelim. Dersten sonra dükkânına gidelim, kendisine soralım. Belki de bilmediğimiz bir hikmeti vardır.” Öyle yaparlar. Ders biter, dükkâna giderler ve kendisine sorarlar. Kunduracı gelenleri saygıyla, edeple, incelikle dinler ve sonra kırk yıldır unutamadığım, sık sık hatırlamaktan büyük zevk aldığım şu cevabı verir:



     “Efendim” der. “Bundan yıllarca önceydi. Bu Hadis alimi yine şehrimize geldi, ders verdi. Sonunda arkadaşlar dedi. Size on hadis emanet edeceğim. Bunları günlük hayatınızda yaşamaya çalışın. Aile hayatınızda, iş hayatınızda, sosyal hayatınızda bunları elinizden geldiği kadar, gücünüzün yettiği kadar yaşamaya ve gerçekleştirmeye çalışın. Artık iş o hale gelsin ki o Hadisler sizin varlığınızın ayrılmaz bir parçası olsun. Onlarla yatın, onlarla kalkın. O Hadisler sizin hayatınıza renk versin, ışık versin. O Hadisler ve onların yaşanması feyzinizi, bereketinizi, huzurunuzu artırsın.”



     “İşte Efendim” der kundura tamircisi. “O günden sonra bu Hadisleri yaşamaya, uygulamaya, gerçekleştirmeye çalıştım. Ama ne yazık ki aradan bunca yıl geçti, hâlâ ben o Hadisleri bütün nüanslarıyla yaşadığıma inanamıyorum. Şimdi hâl böyleyken hangi yüzle aynı mübarek zatın huzuruna çıkıp yeniden ilim talep edeceğim?”



     Bu olayı kırk yıl önce okumuştum. Aradan bunca yıl geçti. Hep kafamın içinde o kundura tamircisininin sözlerini hissettim. Zaman zaman beni ürpertti, zaman zaman ağlattı. Bu küçük hikâyede kainat çapında bir hakikat gizli gibi geliyor bana. Hele günümüzde bir çok insan bu gerçeğin o kadar çok dışında yaşıyorlar ki...



     Sık sık işitiriz. O kitap bende var, o kitabı ben de okudum. Acaba kaç insan işittiğini, okuduğunu, gördüğünü hayatında yaşamak, tatbik etmek yoluna gidiyor? Tamam kardeşim o kitap sende var, var ama ne olmuş? Oradaki gerçekler, güzellikler yaşanmadığı sürece, hayata geçmediği sürece, kitap hamallığı yapmak, bilgi hamallığı yapmak kime ne kazandırıyor. Ne yazık ki toplumumuzda bu düşünce insanlara verilmiyor. Nice insan birtakım kitaplara sahip olmakla, bazılarını okumakla herşeyin halledildiğini sanıyorlar. Zaten en büyük hatamızda burada oluyor. Okunanlar, bilinenler yaşanmadıkça neye yarar? Bilgi hamallığı yapmakla elimize ne geçecek? Şair ne güzel söylemiş;



          Onlar ki verirler lâf ile dünyaya nizâmât,

          Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.



     Aslında öğrenmek ve yaşamak birbirini takip eden, birbirini tamamlayan iki unsurdur. Birini diğerinden ayırt etmek mümkün değildir. Sadece kuru kuruya bilgi sahibi olmak ne ifade eder? Ben onu da bilirim, bunu da bilirim diye etraflarına tafra yapan insanlar kendi kendilerini ne kadar aldattıklarının acaba farkındalar mı? Yaşanmayan bilgi ne kadar gereksizse bilgisiz yaşamak da bizi aynı sonuca götürmez mi? Yaşamak, ama neyi yaşamak, neyi uygulamak, neyi hâl haline getirmek? İkisi de bana boş bir çaba gibi geliyor. Önemli olan adına tevhid denilen o güzeller güzeline, o ışığa, o nura ulaşabilmektir. Bunu yapamadıktan sonra her şey boş, anlamsız ve değersizdir. Tevhide varamayan insanlar ne kişisel yaşamlarında, ne aile ve iş hayatlarında kesinlikle huzura, mutluluğa gidemezler. Gittiklerini sananlar, kendi kendilerini aldatanlardan başka değillerdir. Fikret ne güzel söylüyor;



          İnan Haluk ezeli bir şifadır aldanmak



     Ama aldanışların en kötüsü insanın kendi kendisini aldatmasıdır. Çünkü onlar hayatları boyunca ışığa ulaşamayacaklardır.



     Yunus Emre “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” diyor. En güzel, en mutlu, en huzurlu insanlar bütün insanları, bütün hayvanları, bütün bitkileri, bütün eşya ve cemaadatı Muhammedi bir aşkla kucaklayan kimselerdir. Fuzûli ne güzel söylüyor;



          Aşk imiş her ne var alemde

          İlim bir kıyl u kâl imiş ancak.



     Birgün halife iken Hz.Ömer’e sorarlar. “Efendim” derler. “Siz İslâm’ın halifesi olmuş, cennetle müjdelenmiş güzeller güzeli bir insansınız. Hayatınızda kimin imanına sahip olmak isterdiniz?” Hz. Ömer cevap verir; “Hani” der “Çöllerde yaşlı, kimsesiz, fukara kadınlar vardır. Geceleri gökyüzüne, yıldızlara bakarak sessizce ağlarlar. Yüce Allah’tan af ve bağışlanma dilerler. İşte ben öyle bir kadının imanına sahip olmak isterdim.” Çocukken bu menkıbeyi babaannemden işitmiştim. Bir ömür boyu beni düşündürdü, ürpertti, heyecanlandırdı.



     Rahmetli babaannem de öyle mübarek bir insandı. Okuması yazması yoktu. Hayatında alfabe bile görmemişti. Ama babaannem zarif, ince, kibar, asil, güzeller güzeli bir insandı. Edebin, asaletin, inceliğin en güzel örneklerinden biriydi. Yirmi beş yaşında beş çocukla dul kalmış, beşinci çocuğuna hamile iken eşi vefat etmişti. Babaannem çalıştı, didindi, çocuklarını büyüttü, okuttu, evlendirdi. Son olarak da beni yetiştirdi. Annemi görünce saygıyla edeple ayağa kalkardı. Annem rica ederdi “Aman anneciğim ne olur kendinizi yormayın, üzmeyin, ben sizin evlâdınızım.” Babaannem “Ah yavrum” derdi. “Ben gelinime ayağa kalkmayacağımda kime kalkacağım.” Yaşadığı sürece bir kere dahi olsun sinirlendiğini, öfkelendiğini, asabileştiğini görmedim. Her zaman edep ve saygı içindeydi.



      Bazen işgal ettiği makamla, mevkiyle, bazen sahip olduğu ünvanla övünen çalımlı, cakalı insanları görünce babaannemi hatırlarım ve derim ki “Hayatta önemli olan hayata, insanlara, varoluşa Muhammedi bir aşkla bakabilmek. Hiç bir kültürde, hiç bir medeniyette görülmeyen o İslâmi zarâfete, edebe bürünebilmektir.” O hali yaşayanlara ne mutlu. Allah onlardan razı olsun. İnşallah bizler de o güzellikleri yaşayabilelim, onların yolunda yürüyebilelim.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]