BANDIRMALI ALİ ÖZTAYLAN EFENDİ HAZRETLERİ
Eklenme Tarihi : 9/7/2008 1:02:39 PM
Altı Ağustosta bir güneş battı: Edebin, zarafetin, inceliğin, hayanın, güzelliğin erişilmez temsilcisi Bandırmalı Ali Öztaylan Efendi Hazretleri Hak’ka göçtü. Kendisini yıllarca önce tanıma şerefine nail olmuştum. Çok değerli eşim Rahmetli Rana Hanımefendi ile beraber bir adli tatilde geziyorduk. Allah’ın güzel bir lütfu olarak yolumuz Bandırma’ya düştü. Şehri gezdik. Çok sıcak bir yaz günüydü. Yorulduk, terledik, serinlemek için dondurma yiyeceğimiz bir yer aradık. Esnafa sorduk, bize Süt Evi’ni tavsiye ettiler. Aradık, bulduk. Kapıda Ali Öztaylan Süt Evi yazıyordu. İçeri girdik. O günü hiç unutamayacağım. Girmemizle beraber yepyeni bir dünyaya adım attık. Ya Rabbi, kelimelerle anlatılmayacak kadar özenli bir temizlik, bir zarafet, bir edep ve estetikle sarılıverdik. Duvarda inanılmaz güzellikte bir hat yazısıyla yazılmış Besmeleler, Allah, Muhammeden Resulullah ve La İlahe İllallah levhaları vardı. Hangisine bakacağımı şaşırdım. Akıl almaz bir güzellik bizi sanki büyülemişti. Biraz sonra efendiliğin, inceliğin, kibarlığın simgesi bir garson geldi. Önce “Hoş geldiniz” dedi, sonra “Ne getirmemi emredersiniz?” dedi. Dondurmalarımızı söyledik. Getirdiler. Yemeye başladık. O güne kadar hiç böyle muhteşem bir dondurma yememiştik. Sonra tabakları toplamaya gelen garsona; “Efendim,” dedim. “Bu dükkânın sahibi kim?” Birden yanı başımızda Rahmetli Ali Öztaylan’ı gördük. Hiçbir kalemin tasvir edemeyeceği, hiçbir dilin anlatamayacağı bir edep ve incelik örneği ile yumuşacık, tatlı, sımsıcak bir ses tonuyla, “Bu dükkânın hizmetkârı benim, efendim,” dedi. Birden ürperdim, heyecanlandım. Gözlerim doldu. O güne kadar bir insanın bu kadar ince ve zarif olabileceğini düşünmemiştim. Beni anladı. Yine çok zarif bir hareketle yanımıza oturdu. Konuştuk. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir mısraında;
“Ve bir an yaşıyorum, bütün bir ömre bedel”
der. İşte o ruh halini ben Ali Efendi Hazretleri’nin yanında hissettim. Göğsüm doldu, öyle heyecanlıydım ki, sevincimden, mutluluğumdan hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Ya Rabbi, bütün mânevi değerleri alt üst olmuş, bütün mânevi güzelliklerini kaybetmiş bir toplumda böyle bir insan nasıl yetişebilir? Acaba bir rüya mı görüyordum. “Ah” diyordum, “Efendi Hazretleri’ne sımsıkı sarılsam, başımı omuzuna koysam, ağlasam, ağlasam…” O gün hayatımın en güzel gününü yaşıyordum. Efendi Hazretleri konuştu, biz dinledik. Dinledikçe ayaklarımız yerden kesiliyor, bir mânâ âleminde yükseliyorduk. O güzel günü diğer başka ziyaretler takip etti. Her vesileyle Bandırma’ya geliyor, o güzeller güzeli insanın doyumsuz sohbetleriyle erişilmez hazlar yaşıyorduk. Merhumun Bandırma’da bir de çok sevdiği Noter Latif Bey vardı. İkisi arasındaki dostluğu, arkadaşlığı, samimiyeti anlatabilmem imkânsız. Gerçi anlatabilecek bir kalem de düşünemiyorum. Aklın, havsalanın alamayacağı bir sevgi, bir saygı ve bir edep çağlayanıydı o dostluk. Merhum, arada yanında Latif Bey olduğu halde Ankara’ya gelir, bu arada fakiri de ziyaret etmeyi ihmal etmezdi. Karşımda onlar otururken hangisine bakacağımı şaşırırdım. Mânâ güzelliği, sanki o iki insanda somutlaşmıştı. Birbirlerine hitap tarzları, bakışları, ses tonları öyle yüceydi ki, ağlamamak için kendimi zor tutardım. Ali Efendi Hazretleri bir cemiyet fedaisi gibiydi. Kendini mânen ve maddeten insanlara adamıştı. Bir gün telefonu çalar. Ali Efendi, o her zamanki edebi, inceliğiyle ahizeyi kaldırıp, “Buyurun efendim, emredin” der. Karşıdaki ses, yanlışlıkla taksi durağı yerine Süt Evi’ni aramıştır. Hazret, ona yanıldığını söylememek için, “Hay hay efendim,” der “emredersiniz. Yalnız adresinizi lütfeder misiniz?” Sonra dışarı çıkar, bir taksi bulur, ücretini verir. “Bu adresten bu zatı alın, istediği yere götürün.” der.
Zaman zaman elinde birkaç paket tatlı kutusuyla meyhaneye gider, sarhoşların masasına oturur, ayran içerek onlara eşlik eder, yeri geldikçe çok ince metodlarla onları Hak yola davet ederdi. Bir çok Bandırma’lı, bu şekilde içkiyi bırakmış, sonsuzluk kervanına katılmışlardı. Sofradan ayrılmazdan evvel tatlı paketlerini sarhoşlara verir, “Aman kardeşim, bunu yengeye götür, özür dile, gönlünü al, seni hırpalamasın” derdi. Zaman zaman özellikle bayram ve kandil gecelerinde yanında kandil simitleriyle geneleve gider, simitleri dağıtır, onların gönüllerini alır, dertlerini dinlerdi. Bu şekilde tövbekâr olup genelevi terk eden bir çok kadın vardı. O sanki bir iyilik meleğiydi. Hiç de layık olmadığımız halde, her gidişimizde bana da, Rahmetli eşime de sayısız iltifatlar eder, gönlümüzü alır, göz yaşımızı silerdi. Dönüşümüzde hediye paketleriyle bizi Ankara’ya yolcu ederdi. Bir gün Süt Evi’ne resmi üniformalı bir takım insanlar gelir. Duvardaki o harikulâde güzel hat yazılarına ve Fatih Sultan Mehmet’in o herkesin bildiği, tanıdığı, ressam Bellini’nin yaptığı meşhur tablosuna bakarak, “Sen,” derler, “Osmanlı hayranısın. Eski yazı taraftarısın. Utanmıyor musun?” diye hakaret ederler. Ve suç delili olarak duvarda ne var, ne yok alıp götürürler. Hazret çok üzülür. Günlerce ağlar. Ama elden ne gelir ki? Bir çok defalar evine baskın yaparlar. En nadide, en kıymetli eserlerini bir daha vermemesiye alıp götürürler. Gidiş o gidiş, elden ne gelir?
Ali Efendi Hazretleri, küçük yaşından itibaren ilme, güzel sanatlara, estetiğe hayran olmuş, âşık olmuş, bir güzel insandır. Tek arzusu, insanlara kaybettikleri güzellikleri yeniden kazandırmak olmuştur. Ama o devrin her şeyi önüne katıp götüren rüzgârı içinde bunu kime anlatabilirdi? Dili, Ali Efendi Hazretleri kadar, kelimelerin en ince nüanslarına kadar dikkat ederek kullanan kimse görmedim. Adına öz Türkçe denilen öldürücü, yok edici, kültürün kökünü kazıyıcı o çirkin cereyana hiçbir zaman kendini kaptırmamıştı. Kaptıranlardan da hoşlanmazdı. Dil, yaşayan, gelişen, duyguyla, düşünceyle yürüyen bir muhteşem olaydı. Dıştan müdahalelerle onu zorlamak, barbarlıkların en korkuncu, en çirkini değil miydi?
Bir gün Behçet Kemal Çağlar konferans vermek için Bandırma’ya gider. Süt Evi’ne uğrar. Duvardaki levhalardan çok rahatsız olur. İleri geri söylenir. Ve arkadaşlarıyla beraber Hazret’in evine baskına gider. Ali Efendi, bir saat müsaade ister. Gusül abdesti alır. En güzel elbiselerini giyer. Misafirlerini büyük bir hürmetle karşılar. Sohbet sırasında Ali Efendi, Behçet Kemal Çağlar’a döner, “Efendimizden bir istirhamda bulunabilir miyim? Sizin onuncu yıl marşında yazdığınız bir mısra var:
“On yılda on beş milyon genç yarattık her yaşta.”
Acaba müsaade buyursanız da o yarattık kelimesini, yetiştirdik olarak yazsak nasıl olur?” Bu söz Behçet Kemal Çağlar’ı fevkalâde asabileştirir. Çok sert bir şekilde on kere, Yarattık… Yarattık… Yarattık… diye tekrarlar. Ve sonra birden yere düşer, ağzından, burnundan kan gelir. Felç olmuştur. Derhal hastaneye kaldırılır. On gün sonra ölür.
Rahmetli Ali Efendi Hazretleri, gördüğü bütün kötülüklere, mâruz kaldığı bütün zulümlere rağmen kimse hakkında menfi konuşmaz, herkes için hayır dua ederdi. “Biz,” derdi, “kimseyi teftişe memur değiliz. Kimseye kötü zanda bulunmaya hakkımız yok. Bizim görevimiz, hayır düşünmek, hayır söylemek ve hayır dilemekten ibarettir. Kimseyi yargılamayalım. Kimseye dil uzatmayalım. Bize, bizim yok olmamızı isteyenlere karşı da hep hayır dua edelim. Ya hayır söyleyelim, yahut susalım.”
Merhumun Ankara’da bir kızı vardı. Kayınpederine lâyık, fevkalâde kibar, zarif, hassas bir damadı vardı. O zaman Albaydı. Merhum görüşmemizi istemiş, biz de ziyaretlerine gitmiştik. Fevkalâde güzel karşıladılar. Güzel bir sohbetimiz olmuştu. Merhumun bir oğlu, Bandırma’da belediye başkanlığı yapmıştı. Halen, Ankara’da milletvekili. O da bütün güzel sıfatları üzerinde toplamış, çok kıymetli bir beyefendi. Tanıştık. O gün ondan ayrılırken müstesna günlerimden birini yaşamıştım.
Sevenlerinin gönlünde Bandırmalı Ali Öztaylan Efendi Hazretleri bir güzellik abidesi olarak sonsuza kadar nesilden nesile yaşayacaktır. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun. İnşallah mânâ âleminde mübarek ellerinden öpmeyi Allah nasibeder…
|