Yazıları

 

subHeader_l

  Gönül Sohbetleri                                                                                                Sabri Tandoğan

 

TÜKENMEZ HAZİNE: KANAAT
Eklenme Tarihi : 1/27/2009 11:46:57 AM



Bir gün Peygamber Efendimiz ashabıyla otururlarken “Dere kenarında abdest alıyor dahi olsanız suyu tasarruflu kullanınız.” buyurur. Cemaatten biri “Ya Resulullah, derenin suyu akıp gidiyor. Biz tasarruflu da kullansak, tasarruf etmeden de kullansak yine akıp gidecek. Bunun bize ne faydası olacak?” der. Yüce Peygamberimiz “Önemli olan suyun akıp gitmesi değil, senin tasarruf terbiyesi içinde yetişmendir.” buyurur.
Bolluk zamanında saygılı, dikkatli, tasarrufa riayet ederek yaşayanlar darlık zamanında sıkıntı çekmezler. “Nasıl olsa gelir akıp geliyor, biz de içimizden geldiği gibi yaşayalım” diyenler ellerindeki imkanı har vurup harman savuranlar gün gelir dara düşerler, bazan çok kötü durumlarla karşı karşıya gelirler. Her gün gazetelerde okuyoruz, televizyonlarda seyrediyoruz, vaktiye Karun kadar zengin olanların, gün gelip bir dilim ekmeğe muhtaç olduklarını görüyoruz.
Senelerce, senelerce önceydi. Rahmetli eşim Rana Hanım’la beraber İsveç’e gitmiştik. Stockholm’ün merkezinde büyük bir otelde kalıyoruz. Sabahleyin traş olmak için lavabonun önüne gittim. Aynanın yanında bir yazı vardı, okudum, hayretler içinde kaldım. O yazıda şöyle diyordu: “Lütfen traş olduktan sonra kullandığınız jileti çöpe atmayınız. Yanda bir kutu var, oraya bırakınız. Bir jiletle dahi olsa İsveç çelik sanayiinde sizin de bir katkınız bulunsun. Teşekkür ederiz.” Bu yazı beni uzun uzun düşündürdü. “Aman Yarabbi” dedim, İsveç’in çelik sanayiinde en ileri ülkelerden biri olduğunu çocukluğumuzdan beri okuruz. Çelikten mamül pek çok ürünün altında “İsveç çeliğinden yapılmıştır” ibaresini görmüşüzdür. Buna rağmen bir turistin traş olurken kullandığı bir tek jiletin dahi çöpe atılmasına İsveçlinin gönlü razı olmuyordu. Bu hassasiyet beni ürpertti. Yıllarca düşündüm. Onlara saygı duydum.
İsviçre’de senenin belli günlerinde gazetelerle, radyolarla, televizyonlarla bir ilan yapılıyor. Diyorlar ki “Falan tarihte, gece yatarken okumadığınız, işe yaramayan ne kadar kitap, dergi, gazete varsa kapınızın önüne bırakın. Velev ki bir prospektüs dahi olsa ihmal etmeyin. Gece, görevli memurlarımız gelecek, onları alacak. Belli merkezlerde toplanacak, tekrar kağıt üretiminde kullanılmak üzere fabrikalara gönderilecek. Yardımlarınız için teşekkür ederiz. Bu durum da beni yıllarca düşündürdü. Adamların bir prospektüs kağıdının bile çöpe atılmasına gönülleri razı olmuyordu. İsviçre’nin zengin bir ülke olduğunu söylemeye gerek yok.
Yıllarca önceydi. Fransa’dayım. Şanzelize Caddesi’nde bir restoranta gittim. Oturdum, yemek yiyorum. Birden kapı açıldı, bir müşterinin içeri girmesiyle bir çok garson ona doğru koşuştu. Biri şapkasını, biri bastonunu, biri paltosunu aldı, itina ile hemen yanıbaşımdaki bir masaya oturttular. Emirlerini sordular. “Ispanak rica ediyorum” dedi. Merak ettim, sordum, garsonların bu kadar hürmet, itibar ettikleri şahıs kimdi. “Fransa sanayii kralı” dediler. “Fransa’nın en zengin adamı”. Biraz sonra ıspanak geldi. Yanında da bir küçük tabak içinde üç ince dilimlenmiş ekmek vardı. Bir dilim ekmekle ıspanağını yiyen o zat garsonu çağırdı, “Hesap rica ediyorum” dedi. Küçük tabaktaki ekmek dilimlerini işaret ederek “Lütfen paket yapın” dedi. Çok küçük yaşımdan itibaren hep dışarda yemek yerim. İlk defa böyle bir duruma şahit oluyordum. Fransa’nın koca sanayii kralı iki dilim ekmeği de beraberinde götürecekti...
Beş yaşındayım. Soğuk bir kış günü sobanın yanında oturmuş kitap okurken rahmetli babannem de pirinç ayıklıyordu. Birden bir pirinç tanesi yere düştü. Rahmetli babannem tepsiyi yere bıraktı, o düşen pirinci aramaya başladı. Halının tüyleri arasında kaybolan pirinç tanesini uzun süre aramaya devam etti. Dayanamadım, müdahale etmek lüzumunu duydum. “Aman babanne,” dedim, “bir pirinç tanesi için bu kadar aramaya değer mi”. O güne kadar hep sevgi gördüğüm, beni yere, göğe sığdıramayan babannem birden asabileşti. “Küçük beyimiz, sobanın yanında koltuğa oturmuş, elinde kitap ahkâm kesiyor. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü? Nice insan o üretim sırasında sağlıklarını kaybediyor, sakat kalıyor. Bu iş öyle güç, öyle zahmetli ki ben o yere düşen pirinç tanesini bulmak için gerekirse bütün halıyı milim milim araştırırım.” dedi. Öyle mahçup olmuştum ki... utâncımdan yüzüm kıpkırmızı oldu. Aradan yıllar geçti. Hala unutamadım. Ne zaman pilav yesem o günü hatırlarım. Tabağımda bir tek pirinç tanesi bırakmam.
Rahmetli annem çok küçük yaşımdan itibaren “Aman yavrum” derdi, “elektriği lüzumsuz yere bir dakika yakma. Suyu bir yudum da olsa gereksiz yere akıtma.” Evleninceye kadar bir kere dahi olsa rahmetli annem yemek atmadı. Evlendikten sonra kırk dört yıl içinde rahmetli eşim çöpe hiçbir gıda maddesi atmadı. Bu kırk dört yıl içinde bizim evde ne bir tabak, ne bir bardak, ne bir fincan kırılmadı. Nezih, temiz, güzel bir hayat yaşamanın yolu dikkat, saygı ve tasarruflu yaşamaktan geçiyor. Banka kartları yüzünden nice insan helak oldu. Banka kartını bir mirasyedi dikkatsizliğiyle berbad ettik. Birçok insan cebimde banka kartı var diye israf yoluna gitti. Kanaatkâr olmaktan, tasarruflu yaşamaktan uzaklaştı. Bunun acı sonuçlarını hepimiz, her gün televizyonlarda görüyor, gazetelerde okuyoruz. Yıkılan aileler, bozulan sosyal ilişkiler, boşanmalar, intiharlar, cinayetler birbirini takip ediyor. Pek çok insan banka kartıyla alış veriş yaparken bir ay sonra bankadan ekstrenin geleceğini hiç düşünmüyorlar. Hepimiz bunları görüyoruz. Ama ibret almıyor, nice felaketlere kucak açıyoruz. Bu insanlara küçük yaştan itibaren ailede ve okulda tasarruf terbiyesi verilse, ayağını yorganına göre uzatması öğretilseydi bunlar olur muydu? Fert olarak, toplum olarak borçlanmaların ne acı sonuçlar getireceğini bir türlü görmek istemiyoruz.
Yıllarca önce Danıştay’da çalışırken Hüsamettin Efendi isimli bir odacım vardı. Eşi, annesi ve iki kızı ile beraber yaşıyordu. Kızlarının ikisi de üniversiteye gidiyordu. Hüsamettin Efendi’nin tek geliri aldığı odacı maaşıydı. Zor şartlar altında yaşıyordu. Ayın sonlarına doğru sorardım, “Bir sıkıntın var mı?” diye. Hep aynı cevabı alırdım: “Teşekkür ederim, efendim. Allah herşeyi veriyor.” Bir kere bile Hüsamettin’in hayattan, şartlardan, pahalılıktan şikayet ettiğini görmedim. Ayağını yorganına göre uzatıyor, parasını dikkatli kullanıyordu. Bir gün maaş alırken “Şükürler olsun, Allah’ım Halil İbrahim bereketi ver.” demiş. Sırada bekleyen arkadaşları itiraz etmişler. “Neyin bereketi, aldığın üç kuruş para. Nasıl olsa bir hafta sonra bitecek” demişler. Hüsamettin Efendi, “Siz aldığınız paraya kanaât etmiyorsunuz, sürekli şikayet ediyorsunuz. Bir hafta sonra da bitiyor” demiş. Aynı yıllarda bir şirketin genel müdürünü tanıyordum. Aldığı ücret Hüsamettin’in maaşı ile mukayese dahi edilmezdi. Ama ne hikmetse daima şikayet eder, taksitlerinden, bankaya olan borçlarından dert yanardı. Bir kere bile “Şükürler olsun Allah’ım” dediğini duymadım. Hep şikayet, hep şikayet... Ağzından şükür sözü çıkmaz, hep pahalılıktan şikayet ederdi. Bu iki insanı mukayese edecek olursak aradaki farkın şükür ve kanaât yokluğunda olduğunu görürüz.
Japonları bir adeti var. Çok küçük yaştan itibaren çocuklarına şunu telkin ediyorlar: “Ne iş yaparsan yap, neyle meşgul olursan ol, gelirin ne kadar az olursa olsun daima bir kaç kuruş da olsa öbür aya tasarruf et”. Bundan amaç o ayı borçsuz, harçsız, kendi imkanlarına göre yaşayarak nezih bir hayat sürmektir. Çünkü hayat bize şunu göstermiştir ki fert olsun, toplum olsun daima borçlu olanın boynu eğri oluyor, bir eziklik hissediyor, gizli veya aşikar bir utanç duygusu içinde oluyor. Bundan kurtulmanın ilk şartı kanaat sahibi olmaktır.
Kanaât, Arapça bir kelimedir. Elde olanla yetinmek, Allah’ın verdiğine sabredip razı olmak, yaşamak için zaruri olan ihtiyaçlar dışında kalan bütün nefsani arzu ve hayvani isteklerden uzak durmak, yeme içme, giyim kuşam ve çeşitli konularda aşırıya kaçmamak demektir. Resulullah Efendimiz “Müslüman olup kendini yaşatacak bir rızık ile yetinen kimseye ne mutlu. Kanaat, bitmez mal, tükenmez hazinedir.” buyurmuştur. Resulullah Efendimiz kendi ailesinin rızkının da yaşamak için zaruri miktar olmasını dileyerek “Allah’ım, Muhammed ailesinin gıdasını kifâf yap.” buyurmuştur. Çünkü rızkın fazlası ahirette insanın başına dert olabilir. Bir Hadis-i Şerif’te “Zengin, fakir herkes kıyamet gününde keşke dünyada kendisine yetecek kadar rızık verilmiş olsa diyecektir.” Allah, kıyamet gününde “Yarattıklarımdan temiz kullarım nerede?” diyecek. Melekler “Rabbimiz onlar kimlerdir?” diye sorunca Cenab-ı Hak “Verdiğime kanaât eden, kaderine razı olan fakir müslümanlardır. Onlar cennete gireceklerdir.” buyurucaktır. Bir başka Hadiste “Vera sahibi ol, insanların en abidi olursun. Kanaâtkar ol, insanların en çok şükredeni olursun. Nefsin için sevdiğini halk için de sev, gerçek mü’min olursun. Komşuna iyi davran, gerçek müslüman olursun.” buyurmuştur.
Kanaât sahipleri daima güzel, huzurlu, mutlu bir yaşantı içinde olurlar. Çünkü onlar elde bulunanla yetinirler. Kimsenin malına, mülküne ve mevkiine göz dikmezler. Kanaâtin karşıtı tamah etmek ve hırslı olmaktır. Bunlar da kendilinden mutsuzluğu getirir. Başkasının malına göz dikmeyenin içi rahat eder. Bir şeye ihtiyacı kalmaz. Bu da zenginliğin ta kendisidir. Çünkü gerçek zenginlik mal çokluğu ile değil, gönül tokluğu ile olur ki bu da kanaâttir. İnsanın ihtiyaçlarını giderecek az mal, onu azdırıp, bozacak olan çok maldan daha hayırlıdır. Bişr-el Hafi, “Kanaât öyle bir padişah ki yalnız mü’minin kalbinde oturur.” demiştir. Kanaât mevcut ile yetinmek, olmayana göz dikmemektir. Başkalarının elinde bulunana göz diken, üzüntü çeker, huzursuzluk içinde yaşar. Eğer insan sınırsız varlık sahibi olmak isterse kanaâtkar olamaz. Tamah ve hırsın çukuruna düşer. Resulullah Efendimiz “Eğer insanoğlunun altından iki deresi olsa bu ikincisinin yanına bir üçüncüsünü daha ister.” buyururlar. Ademoğlunun içini ancak toprak doyurabilir. Allah, kötü huylarını terkedenlerin tövbesini kabul eder.
Yüce Resulümüz, “Ey insanlar, rızk talebinde haris olmayın. Zira hiç bir kimse yoktur ki onun nasibi ayrılmış olmasın. Kul dünyadan nasibini almadan ölmez.” buyurmuştur.
Bir gün Hazret-i Musa Rabbine sorar: “Hangi kulların en zengindir?” diye. Rabbi buyurur, “En çok kanaâtkar olanlar.” Bir Kudsi Hadiste “Ey ademoğlu, eğer dünya tamamiyle senin olsa ondan sadece yiyebileceğin miktar senindir.” buyurulur. Kanaât sahipleri en kolay geçinilen insanlardır. Tamah insanoğlunu adeta kör yapar. Hakikatleri anlayamaz ve olmayacak şeylere olacakmış gibi hüküm verir. Kur’an-ı Kerim’de Hûd Suresi’nde “Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın.” buyuruluyor. Kanaât, elden çıkanın ardından bakmamak, var olanla yetinmektir.
Allah cümlemizi kanaât yolundan ayırmasın. Kanaâtkar bir insanın ruh zenginliğini Allah bütün insan kardeşlerimize nasibetsin.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]