ZAMANI DEĞERLENDİRMEK
Eklenme Tarihi : 4/21/2010 2:00:57 PM
Büyük bilgin, kendi çağının en kültürlü insanı El-Birûni hastalanır, son günlerini yaşamaktadır. Hükümdar, emir verir konsültasyon yapılır. Umut yoktur. Durum hemen kendisine bildirilir. Derhal hastayı ziyaret eder. “Efendim,” der, “Ne yapmamızı istiyorsanız, emir buyurun, derhal yerine getirelim.” El Birûni, teşekkür eder, “Efendim,” der, “kafamda matematiğe ait çözemediğim, bir türlü halledemediğim bir soru var. Emir buyrulsun, memleketin en ünlü matematikçileri lütfedip gelsinler, inşallah dünya hayatımdaki son gece misafirliğimde, o meseleyi halledelim. Hakka öyle göçmek istiyorum.” Hükümdar, büyük bir saygı ve edeple, “Hay hay efendim.” der. Derhal emir verir. Matematikçiler gelirler. Sabaha kadar müzâkere sürer. Güneşin doğmasına yakın çözüme varılır. El-Birûni gerek konuk bilim adamları ile, gerek hane halkı ile helâlleşir, vedalaşır, neşe içinde, huzur ve mutluluk içinde Hakka göçer. Nur içinde yatsın. Cenab-ı Hak, din gününde ellerinden öpmeyi nasibetsin.
Zaman bizim için, bir dakikası bile kaybedilmemesi gereken çok değerli bir emanettir. Yetişebilmemiz, gelişip, noksanlarımızdan kurtulabilmek, fazlalıklarımızı törpüleyebilmek için, her anı değerlendirilmesi gereken muhteşem bir emanet… Her ânını bunun bilinci içinde geçiren, son gün geldiğinde tatlı, huzur dolu bir tebessümle, “Sen O’ndan razı, O senden razı olarak, gir cennetime.” sırrına mahzar olarak, Hakka göçenler ne güzel insanlardır. Zaman bir emanettir, dedik, doğumla verilen, ölümle alınan, mukaddes bir emanet. Her an bir sınav içindeyiz. Bazı kimseler zaman için, “Akıp giden kum tanelerinin, altından yapılmış olduğu emanet.” derler. Ben diyorum ki, zaman altından daha kıymetlidir. Kaybolan altın telafi edilebilir ama kaybolan, çarçur edilen, harcanan zaman bir daha geri gelmez. “Vakit öldürmek” diye bir tabir vardır. Hayır, vakit öldürmek değil, vakti en güzel, en yararlı bir şekilde değerlendirmek önemlidir. Günümüzde özellikle radyo, televizyonlar, gazeteler önünde sınırsız, sorumsuz bir şekilde zaman kaybedilmekte, sanki binlerce yıl yaşayacakmışız gibi hareket edilmektedir. Tablalarında simit satan iki çocuğun birbirleriyle dalaşmaları bomba gibi haber diye sunulmakta, hiçbir işe yaramayan, kimseye ne dünyada ne ahirette faydası olmayan ıvır zıvır işlerle o yüce emanete ihanet edilmektedir. Bir balon uçuruyorlar gündemi yakalamak diye… Lâf! Ne gündemini yakalayacaksın kardeşim? Sen, kendi varlığının, varoluşunun farkında mısın acaba? Her gece yatarken Hz. Ömer gibi, kendi kendine, “Bugün Allah için ne yaptın?” diye sorabiliyor musun? Her an kendini sorguluyor musun? Niçin dünyaya geldim, varoluşumdaki amaç nedir? Nasıl bir yaşama üslubuna kavuşmalıyım ki, son ânım geldiğinde, feryatlar koparıp, eyvah yanlış yaşadım, bana Yüce Rabbimin emaneten verdiği süreyi kaybettim, yazıklar olsun diye feryâd-ü figan koparmayayım… diye kendine soruyor musun?
Yirmi dört saati yaşamak büyük bir olaydır. Onun her ânını kıymetlendirebilmek başlı başına bir sanattır. İnsanlar, zaman yetişmiyor, yirmi dört saat az geliyor diye sürekli şikâyet ediyorlar. Sonra da onu rezil etmek, sorumsuzca harcamak için ne mümkünse yapıyorlar. Bakın çevrenize, siz de müşâhade edin.
Resulullah Efendimiz, “Allah’ım, faydası olmayan ilimden Sana sığınırım.” buyuruyor. İşe yaramayan, faydası olmayan, ıvır zıvırla dolu bir kafadan kendine ne hayır gelecek, ailesine, ülkesine ve bütün insanlık alemine ne hayır gelecek? Önemli olan, az, temiz, sağlam kaynaklardan bilgi edinerek onları yaşamak, uygulamak, aile hayatımızda, iş hayatımızda, sosyal hayatımızda öğrendiklerimizin ve söylediklerimizin canlı bir örneği haline gelmektir. Yunus, “İlim ilim demektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır.” der. Kendini tanımadıktan, bildiklerini yaşamadıktan sonra, okunanların, öğrenilenlerin ne faydası vardır? Bu yaşa geldim yaşamadığım, öğrenip de uygulamadığım hiçbir hususu, ne yazdım, ne konuştum. Hayatta en çok dikkat ettiğim, üzerinde titizlikle durduğum bir konudur bu. Aksini iddia eden varsa buyursun, hodri meydan.
Bir gün gönül dostlarından birine, elinde çocuğu ile bir kadın gelir. “Efendim,” der, “çocuğum her gün bal yiyor, ishal oldu. Bir türlü iyileşemedi. Kaç doktora gittim, ilaçlar aldım, olmuyor, olmuyor. Ne olur Allah rızası için bir dua buyursanız da çocuk iyileşse.” O zat, başını öne eğer, bir süre düşünür. Sonra, “Kırk gün geçince çocuğu getir.” der. Kadın gider. Aradan kırk gün geçer. Tekrar gelir. Çocuk biraz daha zayıflamış, yüzü biraz daha sararmıştır. Gönül dostu, çocuğu karşısına alır; sevgiyle, şefkatle yüzüne bakar ve “Güzel evladım, artık bal yeme olur mu?” der. Çocuk edeple cevap verir: “Peki efendim,” der, “söz veriyorum, bir daha bal yemeyeceğim.” Anne hayretler içindedir: “Madem, söyleyeceğiniz bir cümle idi, niye kırk gün önce geldiğimizde söylemediniz? Çocuk beyhude yere kırk gün daha ıstırap çekti. Yazık değil mi?” Allah dostu, “Ah efendim,” der, “haklısınız ama, bunu kırk gün önce söyleyemezdim. Çünkü o zaman ben de her gün bal yiyordum. Eğer söyleseydim etkisi olmazdı. Bu kırk gün içinde nefsimde denedim. Acaba bal yemeden de durabilecek miyim, dedim. Baktım oluyor, ben de o zaman söyledim.” der.
Kendi uygulamadığı, yaşamadığı veya yaşayamadığı hususları başkalarından istemek, beklemek gafletten başka nedir? Kendi sigara içen bir kimse, evladına, “Aman yavrum, sakın içme, şöyle şöyle zararları oluyor.” derse, ne dereceye kadar etkili olabilir? Yaşadığım yıllar bana şunu öğretti: Kendi gönül dünyası, aile hayatı perişan olan bir kimse, aile mutluluğu şöyle olmalı, böyle olmalı diye konuşmaya başlarsa çevreden alay dolu bakışlara muhatap olması kaçınılmaz bir sonuçtur. Aldanışların en acısı, insanın kendi kendini aldatmasıdır. Kainatın Efendisi, “Allah’ım Beni bir an bir andan da kısa bir zaman nefsime bırakma.” buyuruyor. Hayat öyle kısa ki, küçük hesaplarla, kısır çekişmelerle kaybedilecek zaman yok. Geldik gidiyoruz. Yetişmemiz tekamül etmemiz, her gün biraz daha iyiye, biraz daha güzele gidebilmemiz için bize verilen zaman, mühlet, o kutsal emanet ne kadar kaldı bilmiyoruz. O halde onu en güzel şekilde değerlendirelim. İshak Peygamber, “Yol uzun, yük ağırdır, bu yükle bu yola tahammül edemezsiniz, yüklerden kurtulunuz.” buyuruyor. Nedir bu yükler, onlardan kurtulmak nasıl olur, biraz olsun düşünelim. Biz bu dünyaya, ayrıntılarla uğraşmaya, ıvır zıvırla hayatımızı doldurmaya gelmedik. Kâinat çapında bir görevimiz var: Aslımızı bilmek, bulmak ve olmak, fıtratımıza uygun yaşamak. İnanıyorum ki insanın başına ne geliyorsa, fıtratın kanunlarına aykırı yaşamaktan geliyor.
Her işin sonunda hesap var. Biz, bu dünyaya başıboş gönderilmedik. Bir gün, her sözün, her davranışın, her düşüncenin hesabı muhakkak verilecek. Asıl çabamız, hep o büyük güne hazırlık için olmalı değil mi? Bu ağır yükün altından kalkabilmek için, her anımızı son derece dikkatli kullanmak zorunda değil miyiz?
MART 2010, HAK-SES
SABRİ TANDOĞAN
|