HALİMİZ VE ÇAREMİZ
Eklenme Tarihi : 12/31/2010 3:39:18 PM
“Bıçak soksan gölgeme, sıcacık kanım damlar
Gir de bir bak ülkeme, başsız başsız adamlar
Ağlayın su yükselsin, belki kurtulur gemi
Anne seccaden gelsin, bize dua et emi.”
Necip Fazıl Kısakürek
Sorokin, çağımız için “bunalım çağı” deyimini kullanmakta, manevi büyükler çoğu zaman “ahir zaman” olarak adlandırılmaktalar. İçinde yaşadığımız toplumun bugünkü hali için ne denilir, onu sizin lügatçenize bırakıyorum. Herhalde en önemli sorun, belirli bir yaşa geldikten sonra, akıl ve ruh sağlığını devam ettirebilmek… Çevremize baktığımızda, mevki, makam, mal, mülk sahibi, serveti ve şöhreti göklere çıkan nice insan görmekteyiz. Ancak içlerinde gerçekten dengeli, itidâl sahibi, uygar, efendi, edep ve kemâl sahibi olanlar oldukça azınlıkta. Uzaydan gelmedik. Hepimiz bu toplumun çocuklarıyız. Bu topraklarda doğduk. Bu toplumun okullarında okuduk. Bu toplumun televizyonlarını izliyor, gazetelerini okuyoruz. Her gün haber niyetine adı büyüğe çıkmış bir takım kimselerin nutuklarını dinliyor, ipe sapa gelmez saçmalıklarla bir nevi muhasara altına alınıyoruz.
İstatistiklere bakın, acı bir gerçek var: Sigara, alkol, uyuşturucu kullanımı inanılmaz boyutlara ulaşmış. Ne yazık ki üniversitelerin, liselerin, ilköğretim okullarının önüne kadar girmiş durumda. Alkolik kadınlar için kurulmuş hastaneler var. Tanıdık bakkallara, süpermarket sahiplerine soruyoruz, bir çok kadının akşam evine giderken, ekmek, peynir, yumurta alır gibi rakısını alarak dükkandan çıktığını öğreniyoruz. Toplum büyük sancılar içinde. Sarsıntılar içinde. Her gün gözümüzün görmediği, kulağımızın işitmediği nice yıkılışlar var. Sadece içe akıtılan nice gözyaşları var. Bu gerçekler karşısında takınacağımız tavır ne olmalıdır? Konuyu sadece teşhis yetmiyor. Tedavi de gerekli. Bütün bu olan bitenler karşısında, insanlığımızı, efendiliğimizi, inancımızı, asaletimizi nasıl koruyabiliriz? Toplumun büyük kesiminde önyargılar hakim. Düşünülmeden, muhakeme edilmeden, mukayese, araştırma, inceleme yapılmadan kabul edilen, papağan gibi tekrarlanan bir takım değer yargıları... Bunlardan biri de çağdaşlık. Çağdaşlık aşağı, çağdaşlık yukarı. Bir kimse övüleceği zaman çağdaş insan deniliyor. Sorbon’da bir felsefe profesörü, çağdaşlık üzerine bir kitap hazırlamış. Okudum: “Bu çağda yaşadığım için utanç duyuyorum.” diyor. İnsanın insanı istismarının, tarihin hiçbir döneminde bu kadar olmadığını, insanın hiçbir dönemde bu kadar aşağılanıp, ezilmediğini, hor-hakir görülmediğini söylüyor. Alçaklığın en üst boyutunun bu çağda yaşandığını vurguluyor. Kitabı okurken düşündüm. Daha bir kaç yıl önce Bosna’da hanımlara tecavüz eden Sırp canavarlarına hoşgörü, uygarlık üzerine on binlerce kitap yazan Batılılardan birisi dahi sesini çıkarmadı. Bu hanımların bir kısmı intihar etti. Bir kısmı ruh hastası oldu. Bazısı kimsenin yüzüne bakamıyor. On binlerce insan ıstırap içinde yaşarken, dünyanın iyilik meleği diye anılan Papa’ya varıncaya dek bir tek Batılı bu rezaleti lanetlemedi, sorgulamadı.
Sorokin’in de dediği gibi gerçekten bir bunalım çağında yaşamaktayız. Her şeyden önce çağdaşlık öryargısından kurtulmalıyız. Çağdaş, çağdışı, ileri-geri kavramları insanları bölmek, ayırmak, parçalamak için uydurulmuş palavralar. Bir düşünce ya doğrudur, ya yanlıştır. O kadar. Bir düşünce yanlışsa, bunun ileri olanı, geri olanı olmaz. Yanlış, yanlıştır. Sağcı, solcu kavramları da öyle. Gerçek bilimin, sanatın düşüncenin sağcısı solcusu olmaz. Edison bir bilim adamı idi. Beethooven bir müzisyendi. Yunus kâinatın en büyük şairi idi. Söyleyin bakalım onlar sağcı mı idi, solcu mu idi? Bunu söylemek bile komik oluyor. Hatta çirkin oluyor. Hani bir şarkıda tekrarlanan bir söz var: Palavra… Palavra…diye. Onun gibi işte...
Geçenlerde bir ekranda gördüm. Bir fakültede, sözüm ona sağcı, solcu diye adlandırılan memleket gençleri birbirlerine saldırdılar. Ölesiye. İçim sızladı. İkisi de benim evladım. Allah esirgesin. Dikkat ettim, iki tarafın sopası da rengi ile, uzunluğu, kalınlığı ile tıpa tıp birbirinin aynı idi. Aynı şer kuvvet bu sopaları hazırlıyor, sonra birbirlerinin kafalarını kırsınlar diye, iki tarafa da veriyordu. Bu hususa değinen olmadı. İyinin, güzelin, doğrunun, temiz, asil, büyük, yüce olanın sağı, solu olur mu? Birileri bu kavramları icat ettiyse bize ne? Biz niye sahip çıkıyoruz? Hayatı, insanı, varoluşu bilmeyen bir takım geri zekalılar çıkıyor, ortaya hasta ruhlarının, gelişmemiş kafalarının ürünü olan bazı saçmalar koyuyorlar, biz de irdelemeden, düşünmeden mal bulmuş mağribi gibi onların üstüne atlıyor, sahip çıkıyoruz. Niye..? Kimlerin oyununa geldiğimizin farkında mıyız? Bir zamanlar sağcılıkla Müslümanlık özdeş gibi gösteriliyordu. Kırk yıl önce. O zaman da çok tuhafıma giderdi. Gizli bir oyun sezerdim. Bugün de aynı şeyi düşünüyorum, iki kere iki dört ederse, bunu söyleyen sağcı mı olur, solcu mu? İyinin, güzelin, doğrunun sağcısı, solcusu olmaz. Bu saçmalarla kafalarını dolduranların Allah yardımcısı olsun. Bugün dünyada hayranlıkla seyredilen sanat eserleri, bilimsel buluşlar, manevi yücelikler, gözleri kamaştıran pırıl, pırıl yaşantılar, uygarlığın yüzakı kişilikler, hayatı aydınlatırken, bunların sağla, solla ne ilgisi vardı? İnsan olmanın ölçüsünü, İslam’da, Kur’an-ı Kerim’de ve Hadis-i Şeriflerde bulmaktayız. Hadis-i Şerifler, Kur’an-ı Kerim’in yorumu ve açıklaması olarak kıyamete kadar, onunla birlikte insanlığa ışık tutacaktır. Dünyada hiçbir edebiyatçı, beş altı kelimelik veciz bir ifade ve kısa anlatımla ciltler dolusu fikri anlatan hadis-i şerifler ile boy ölçüşemez. Denizde giderken tereddüde düşen bir gemi kaptanının pusulaya göre hareket etmesi gibi, bizim pusulamız da Kur’an’dır, Hadistir, Sünnet-i Seniyyedir. Allah’ın ve Resulünün buyrukları doğrultusunda hareket eden, yazıp konuşan kimseden Allah razı olsun. Bu dünyada boşa yaşamıyoruz. Allah’ın huzurunda, her dakikanın hesabını vereceğiz. Kimsenin insanların ruh huzuru, ruh sağlığı ile oynamaya hakkı yoktur. Düşmanlarımız, silahla yenemedikleri bu aziz necip milleti içten çökertme gayreti içindedirler. Hepimizin son derece dikkatli, uyanık, tetikte, milli birlik ve beraberlik ruhu içinde olmamız gerekir. Im kitapsız kültür olmaz. Öyle gazete okuyarak, deli, deli televizyon seyrederek kendilerini kültürlü sananlar aldanıyorlar. Magazin haberlerle, dedikodularla uyutulmaktayız. Bunların hepsi modern ninniler. Amaç bizleri gerçeklerden, hayat realitesinden, hatta kendi iç dünyamızdan uzaklaştırmak. Bizi bize hasret bırakmak. Türkiye’de neler olup bitiyor, memleket nereye gidiyor, ekonomi hangi istikamette, kimler ne dolaplar çeviriyor, bilinsin istenmiyor. Bir yandan gazeteler, televizyonlar, magazin, sosyete dedikoduları, bir yandan futbol, seks, içki, sigara, uyuşturucu, aldık başımızı gidiyoruz. Öğrenciler, neyin kavgasını yapıyorlar? Birbirlerinin kafasını kırmakla hangi soruna çözüm getirecekler? Hakikatin sağı, solu olur mu? Ana-babalık sadece çocuklarını yedirip, içirip, giydirmek midir? Açın Batı edebiyatını, okuyun. Bir tek huzurlu, mutlu, içi renk dolu, ışık dolu, aşk dolu bir insan görebilir misiniz? Bir dönem dünya gençliğinin taparcasına bağlandığı, Nobel ödüllü Jean Paul Sartre “Başkaları cehennemdir” der. Oysa bir İslam velîsi, “Gül alırlar, gül satarlar, gülden terazi tutarlar, gülü gül ile tartarlar.” diyordu. Öyle bir Pazar ki, alan gül, satan gül, satılan gül, terazi gül, dirhem gül… İçi Allah aşkıyla dolan, her zerreden zikredenin Allah olduğunu bilen o güzel insan, pazar simgesi ile bütün kainatı bir gül bahçesi gibi görüyor, bundan heyecan duyuyordu.
İç dünyası da kendi egosundan, nefsaniyetinden başka hiçbir manevi güzelliği yaşamamış bir yazarın, insanlara vereceği neyi vardır, kendi içinde biriktirdiği zehirlerden başka…? İçimizde ne varsa, dışa yansıyan da o değil midir? Doğusu ile Batısı ile bütün dünya bir bunalım içinde. Hepsi gerçekten uzaklaşmış. Bir kısmı gerçeğe isyan içinde. İhanet içinde. Kendi kendilerine kurtuluş yolunu bulamıyorlar. Çünkü vaktiyle o yolu kapamak için elden gelen yapılmış. İkilem içindeler. Doğu mu batı mı, dünya mı ahiret mi, madde mi mana mı, din mi ilim mi, ruh mu beden mi… İslam’ın tevhidi görüşünden uzaklaştıkça, bu ikilem gittikçe artıyor. Arttıkça, hayat gittikçe kararıyor. Işıktan, renkten, huzurdan, mutluluktan uzak, sıkıntı dolu, bunalım dolu, stres dolu bir yaşam tarzı egemen oluyor. Arkasından içki ile uyuşturucu ile teselli aramalar başlıyor.
Ne Doğu, ne Batı bu ağır yükün faturasını ödeyemiyor. Vaktiyle İshak Peygamber bunu haber vermişti: “Yol uzun, yük ağırdır. Bu yükle, bu yola katlanamazsınız. Yüklerden kurtulunuz…” Bana göre tek umut, Anadoludan yetişecek gerçek aydınlardır. İşte onlar, Yunuslar’ın, Mevlanaların torunların bu ikilemden kurtulup; iyiliğin güzelliğin, doğrunun ışıklarını, o muhteşem tevhidin hayat veren tebessümünü getirecekler. İşte o zaman insanlar bedbinliklerinden, hıçkırıklarından, umutsuzluklarından kurtulup, “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası.” diyecekler, “Aşk gelicek cümle eksikler biter”, “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar.” diyecekler, Yunus gibi şakıyarak, “Taze civan oldum ben…” diyeceklerdir.
Evet, kural hiç değişmez; ışık gelince karanlık gider. Dün öyle oldu, bugün de, yarın da öyle olacak. Yunuslar, Mevlanalar, Hacı Bektaş’lar, Hacı Bayram’lar, Eşrefoğlu Rumi’ler, Erzurumlu İbrahim Hakkı’lar dün Anadolu’yu aşkın, imanın, ışığın, rengin, güzelliğin kal’ası yapmışlardı. İnşallah yine öyle olacak... Güzel insanlar, Anadolu’nun bağrından çıkacak gerçek aydınlar, ışıklarını mızrak mızrak bütün cihana yayacak, insan ikilemelerinden kurtulacak, tevhidin ışığı ile onları huzura, mutluluğa, sevgiyle, saygıyla, edebe, inceliğe, gerçek uygarlığa götüreceklerdir. O zaman insanlar “Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni.” diyecekler, “Sevmek devam eden en güzel huyum.” diyeceklerdir. O sevginin ışığı ile bütün kainat aydınlanacak, bir bayram yerine dönecektir. Peki niye, Anadolu’dan yetişen aydınlar? Bazen dünyayı bir insan bedeni gibi düşünürüm. Asya o vücudun kalbi, Avrupa beyni gibi gelir bana. Asya da, sevgi var, sıcaklık var, güzellik var. Ama yetmiyor. Avrupa’da metod var, sistemli çalışma var, bilimsel araştırmalar var. İyi güzel ama o da yetmiyor. Sonuç ortada. Gidin, gezin, görün. Tek başına ne Doğu, ne Batı, o sentezi kurup, ikilemden kurtulup, tevhidin ışığına gidemiyorlar. Gidemedikleri için de, bunalımlar bitmiyor. “Zulmetin ardında yine zulmet var.” İşte Doğu ile Batı arasında bir köprü gibi duran Anadolu toprağından çıkacak aydınlar bu terkibi, bu sentezi yapacaklar.
“Ama şu içinde bulunduğumuz şartlar, olanlar bitenler” diye başlamayın lütfen. Bir şey söylemek istiyorum. Kulak verin. Dinleyin ve düşünün. Gecenin en karanlık vakti, şafak sökmesine en yakın zamandır. Müjdeleri geliyor. O şafak sökecektir. O şafak bütün gözleri ve gönülleri aydınlatacaktır. Sade biz değil, bütün dünya o ışığı bekliyor. Yaşamak, bir anlamı varsa güzeldir. O anlamın kaybolduğu dönemlerde, insanlar taksit taksit ölmeyi seçiyorlarsa bütün kabahat onların mı?
Necip Fazıl bir şiirinde,
“Sebep ne ölmektense bu hayatı tercihe”
der. Örneğin, uyuşturucu alanlar onun zararını, sonucunu bilmiyorlar mı? Biliyorlar efendim. Onlar taksit taksit ölümü seçiyorlar. Bir ot gibi, bir böcek gibi yaşamak istemiyorlar. Necip Fazıl bir şiirinde:
“Hayat mayat diyorlar
Benim gözüm mayatda
Hayatın eksiği var
Hayat eksik hayatta”
der. İşte o eksik olan doldurulmadıkça acıları ıstıraplar bitmeyecek. Huzur ve mutluluk, çöldeki serap gibi, biz yaklaştıkça uzaklaşacak. İnsan gönlündeki o büyük boşluğu bir takım çocukça çarelerle, içkiyle, eğlenceyle, madde ile kapatmaya çalışmak, aldanışların en büyüğü değil mi? Kimi kandırıyoruz acaba? Mevlana, Mesnevinin başında:
“Dinle neyden kim hikayet etmede
Ayrılıklardan şikayet etmede”
der. O ayrılık nedir? O, ayrılıkla gelen boşluk nedir? Nasıl doldurulur? İşte bütün mesele burada, o boşluk, para, mal mülk, mevki makam ihtirası ile doldurmak istendikçe, daha da büyütmüyor mu? İnsan susadıkça tuz yalarsa, susuzluğu daha da artmaz mı? Ne yazık ki bu gün bir çok insanın yaptığı bundan farksız. İnsanoğlu seccadesinde bulamadığı huzuru acaba nerede bulacağını sanıyor?
“Madem ki okşamaz, sevmez kimseler
Sen öp alnımdan, sen öp seccadem”
diyordu değerli şair Necip Fazıl. Yemeğin tadını getiren tuzdur. Ama tuz tadını kaybetmişse ne olacak. Anlamı, gayesi, ideali olmayan bir hayat ne ifade eder?
Sonu gelmeyen şikayetlerle asıl kötülüğü kendimize yaptığımızın farkında mıyız… Kimi kime şikayet ediyoruz? “Yan ama tütme” sırrına vasıl olsak bu durumlar olur mu? Necip Fazıl, bir başka şiirinde
“Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir”
demiyor mu? Bu dünya, darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Gözü yerde olanın gönlü asumana çıkar.
Önemli olan elinde ne olduğu değil, elindekilerle neler yapabileceğindir. Asıl iş, bilmekte değil, bildiğini kendine ilave edebilmektedir. Kendi kendini kurtarmayanı hiç kimse kurtaramaz. Kendine yardım etmeyene Allah da yardım etmez. Bir Kudsi Hadiste “Kulum Bana bir adım gelirse, Ben ona on adım giderim,” buyurulur. Dikkat buyurun, önce kul bir adım gidiyor…
Gerçeğin ortaya çıkması için iki kişiye ihtiyaç vardır. Biri söyleyen, diğeri anlayan. Olgun ve kamil insanlar taklit etmeden uyumlu olurlar. Kendini düzeltmeyen evladını nasıl düzeltebilir? O her gün evladına örnek olmuyor mu? Kendi kusurlarımızı onlarda görünce niye hiddetleniyoruz ki… Arif olan, yumuşak huylu, berrak düşünceli olur. Küçük insanlar her zaman sinirli, asabi, hırçın olurlar. Küsmek için bahane ararlar. Giderek kendilerine, hayata küserler, kendi gelişmelerine kendileri engel olurlar. Büyüklerimiz, “İnsanın kendi kendine verdiği zararı başka kimse veremez.” derlerdi. Hakikatı seyretmek isteyen insan, önce zihnini bir gölün durgun suyu gibi, sakin, sessiz bir hale getirmelidir. Bir Allah dostu, “Geliniz, bir anımızı imanlı geçirelim.” diyor. Bu son derece önemli, insanı ürperten, uzun uzun düşünmeyi gerektiren bir sözdür.
İnancımız sadece dilimizde ise, kime ne faydası olur? Kimi kandırıyoruz? Aşk haline dönüşmedikçe, hayatın özü, şiirin ve varoluşun ta kendisi olmadıkça neye yarar? Aşksız geçen her an, telafisi mümkün olmayan bir kayıp değil midir? Allah ve Peygamber aşıkları her an bir güzelliği yaşarlar. Niye biz de onların yolundan gitmeyelim? Neden, Muhammedi bir aşkla, bitkileri, bütün bir cemadatı kucaklamayalım? Elimizden tutan mı var?
HAK-SES DERGİSİ
OCAK 2011
|