Yazıları

 

subHeader_l

  Gönül Sohbetleri                                                                                                Sabri Tandoğan

 

GÖRMEYİ ÖĞRENMEK
Eklenme Tarihi : 10/5/2012 4:34:33 PM


Yunus Emre bir şiirinde “Gören göz değil gönüldür.” diyor. İnsanın gönül gözü açılmadıktan sonra gözleriyle yalnız zâhirde olanı, şekilde olanı görebilir. Görmek olayı, öyle muhteşemdir ki; onu yalnız görme organı olan gözle sınırlandırmak bizi çok büyük yanılgılara götürür. Görmek olayının içine işitme organı, dokunma organı, koklama organı dâhildir. Çok değerli şâir ve saz sanatkârı Âşık Veysel’e İstanbul’dan bir doktor haber yollar: “Veysel, seni çok seviyorum. Karar ver, İstanbul’dan araba göndereyim, seni buraya getirtip kendi hastanemde ameliyat ettireyim, gözlerini açtırayım. Tedaviden sonra yine kendi arabamla köyüne göndereyim.” Veysel cevap verir: “Sayın doktorum ilgine çok teşekkür ederim. Ama benim dünyam o kadar güzel ki; müsaade et, ben o güzellikler içinde yaşayayım.” der. Bu olaydan hepimizin öğreneceği nice dersler vardır. Aşık Veysel, bir şiirinde “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa; Eğlenecek yer bulaman, gönlümdeki köşk olmasa.” der. Asıl güzellik insanın iç âlemindedir.

Bir hastanede yatalak hastaların bulunduğu bir odaya, cam kenarındaki yatağa yeni bir hasta gelir. Bu hasta camdan dışarı bakarak, her gün bir öykü anlatır, oradaki diğer hastaları eğlendirir. Öyle güzel şeyler anlatır ki; bazen onları güldürür, bazen duygulandırır, bazen hayranlık ve hayret duyguları uyandırır. Mesela; “Şimdi bir anne ve kucağında bir çocuğu geçiyor, çocuk annesinin omuzuna başına dayamış uyuyor. Annesi onu büyük bir şefkatle kucaklamış.” veya “Çocuklar okuldan çıkmışlar, şakalaşıyorlar. Şimdi simitçi geçiyor. Çocuklar simit alıyorlar.”, “Bu sabah köşedeki ağaç bahar çiçekleriyle donanmış. Gelen geçen mis gibi çiçek kokularını soluyor.” Birkaç gün sonra ise; “Hafif esen rüzgâr, ağaçtaki beyaz pembe bahar çiçeklerini savuruyor. Çiçekler yerlere yayıldı. Ağaç yaprakları filiz veriyor.” gibi çok güzel şeyler anlatıyor. Bunları dinledikçe kapı tarafında, cama uzak düşen bir yatakta yatan hasta, için için “Keşke ben cam kenarında olsam, oradan bu güzellikleri ben de görsem.” diye hayıflanır, o hastanın yerine geçmek istermiş. Cam kenarında yatan hasta bir hafta sonu bir gece rahatsızlanır, ilacını almak ister. Eli uzanamaz. Kapının yanında yatan hasta onu görür ama ilgilenmez. Seslense hemşire gelecek, müdahale edip ilacını verecek ama o içinden o hastanın ölmesini istemektedir. Çünkü onun yerine cam kenarına kendisi geçecektir. Sabahleyin vizite çıkan doktor ve hemşireler cam kenarında yatan hastayı ölü bulurlar. Derhal oradan çıkartılır, morga götürülür. Bu arada kapı eşiğindeki hasta, hemşireye: “Beni cam kenarına alır mısınız?” diye seslenir. Hemşire, “Hay hay.” der. Yatak değiştirilir. Hasta yerleşir yerleşmez büyük bir keyifle yatağından doğrulur, cama doğru bakar… Bir de ne görsün. Camın arkasında uzun ve kapkara bir duvardan başka bir şey yok. Ne gelen var, ne geçen. Üstelik camdan soğuk rüzgâr esiyor, üşüdüğünü hisseder. Artık hasta odası, soğuk ve sessizdir. Diğer hastaların bakışları o güzel hikâyeleri anlatan hastanın yerini alan, cam kenarındaki yeni hastaya döner. O ise anlatacak hiçbir şey bulamaz. “Burada sadece kapkara bir duvar var.” der. Bu öykü beni yıllarca düşündürmüştür.

Görme de bir eğitim ister. Hem de nasıl bir eğitim... Goethe’den sonra, Alman Edebiyatının en büyük ismi olan Rilke’yi okuyacak olursak, bu hususta hepimiz bir fikir ediniriz. Rilke, birçok kitabına “Görmeyi öğreniyorum.” diye başlar. Sabahın erken saatlerinde Versailles Sarayı’nın bahçesine girer, bir ağacın önünde oturur, saatlerce o ağacı incelermiş. Görme eğitimine kendini öylesine vermiş ki; Paris’in Şanzelize Caddesi’nde gezerken bile gördüğü her şeye ama her şeye dikkat eder hatta bir dükkânın tabelasında bile bir güzellik bulsa, durur uzun uzun o güzelliği içine sindirirmiş. Rilke, görme eğitimini yalnız gözleriyle yapmaz, işitme, dokunma, koklama duyularını da geliştirmeye çalışırmış.

Rilke, bir eserinde; “Görmeyi öğreniyorum. Henüz yeni başlıyorum. Aman Yarabbi; meğer ne çok insan yüzü varmış.” der. Danıştay’da bir arkadaşım vardı. Bizden on yaş büyüktü. Sık sık şu nasihatte bulunurdu: “Sabahleyin evden çıkarken en az elli tane maskeyi cebinize koyun. Günlük hayattan duruma göre, o maskelerin birini çıkarır, birini takarsınız.” derdi. O arkadaşımız gün geldi, çok zengin oldu ama hiçbir zaman mutlu olamadı. Çünkü ne sevdi, ne sevildi. Bu arkadaşımız keşke Mevlana’yı okusaydı. Onun “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol…” sözünü hayatına uygulasaydı.

Bir arkadaşım söylemişti: “Günlük hayatımda şunu tespit ettim: Bazı insanlar yalan söylerken, onlardan hiç de hoş olmayan, tuhaf, kötü bir koku çıkıyor. O kokuyu hissettiğim zaman, karşımdaki insanın yalan söylediğini anlıyorum. Tam aksine, dürüst, temiz, nezih, Allah yolunda insanlardan, çok güzel bir koku yayılıyor.” Rahmetli hocam, Op. Dr. Münir Derman’dan da bazen öyle güzel bir koku yayılırdı ki o kokuyu hep hissedebilmek için, yanından ayrılmak istemezdim. Uzun yıllar önceydi. Rahmetli eşim Rana Hanım’la beraber, merhum Kenan Rifai Hazretleri’nin kabrini ziyarete gidiyorduk. Biraz yürüdük, dayanılmaz güzellikte bir koku hissettik. “Rana,” dedim, “bu güzel kokuyu duyuyor musun?”, “Evet, Sabri.” dedi. Oradan biraz uzaklaşınca koku kesildi. Geriye döndük, biraz yürüdük. O güzel koku tekrar başladı. Bu güzel kokunun sahibini öğrenmek için mezarlık müdürüne gittik. Durumu anlattık ve o kabrin kime ait olduğunu sorduk. Müdür bey, “Efendim,” dedi, “uzun yıllar evvel gömülen bir velînin kabrinden geliyor o koku.” Bu olayı ömür boyu unutamadık.

Ses tonu bir insanı görmenize yardım eden en büyük faktörlerden biridir. Bir kimseye telefon edin, cevap verişine göre o şahsın karakteri hakkında fikir edinirsiniz. Bazı kimseler, o kadar kaba, o kadar küstah bir şekilde cevap veriyorlar ki; “Tamam,” diyorsunuz, “ne mal olduğunu kendisi söylüyor.” Yüz ifadeleri, bakışlar o kadar çok şey anlatır ki görmesini bilenlere… Yalan söyleyenler, riyakâr, samimiyetsiz olanlar derhal anlaşılır. İnsan ağzı ile, dudakları ile yalan söyleyebilir, ama gözleriyle asla… Çünkü gözler yalan söylemez.

Görmesini bilenler, asla aldanmazlar. İnsan görme eğitimini son nefesine kadar devam ettirmelidir. Hayat yolu o kadar çetin, karışık, engellerle dolu ki… Görmesini öğrenirsek hayat yolunda dürüst, temiz, efendice yürümesini öğreniriz. Birçok tuzaklara düşmekten kurtuluruz. Hayatta birçok insan iç dünyasını saklar. Anlattıkları, her zaman söylemek istedikleri değildir. Önemli olan, muhatabımızın sade söylediklerini değil, söylemediklerini, söyleyemediklerini de anlayabilmek, hissedebilmektir. Bu durum yerine göre insana çok şey öğretir, çok şey kazandırır. Unutmayalım önümüz tuzaklarla dolu. Özellikle günlük hayatta seçeceğimiz dostları pozitif insanlardan seçelim, onlarla görüşelim, varsa bir derdimiz, sıkıntımız onlara açalım. Negatif insan sıkıntımızı daha çok artırır. Bazı hassas insanlar, negatif insanlarla görüştükçe tansiyonları yükselir, doktora da gitseler, ilaç da alsalar, tansiyonlarını düşüremezler. Onlar bir bilse ki; asıl ilaçları, pozitif insanlardır, onlarla sohbettir.

Fransız yazarı Jean Paul Sartre, “Hayat bir seçimden ibarettir.” der. “Hayatın her anında, bir seçim karşısında bulunuyoruz. Ancak belli bir düzeye gelen insanlar, iyiyi, güzeli ve doğruyu seçebilirler.” der. Bu seçimi müspet olarak yapamayanlar, daima hayat karşında yenik düşerler. Hastalıktan kurtulamazlar. Hayat yolunda adam gibi yaşayabilmemiz için, daima pozitif olanı seçmemiz gerekiyor. Ya iyiyi, güzeli, doğruyu seçebilen bir göze sahip olalım yahut da bir pozitif insanla daimi istişarede bulunalım. Aksi takdirde ayaklar altında paspas oluruz. Nice insanlar var ki; gerçeği, doğruyu ve güzeli göremedikleri için başları beladan kurtulmuyor, ömürleri hep şikâyet etmekle geçiyor.

Hayatta her şey bizim bakışımıza göre ya bir anlam kazanıyor ya da o anlamı kaybediyor. İki mahkûm, bir hapishanenin penceresinden bakıyorlarmış. Bütün gün yağmur yağmış, birinci mahkûm pencereyi açmış, yere bakıp tükürmüş ve “Aman Yarabbi,” demiş “ne berbat, ne feci bir gece; yerler vıcık vıcık çamur.” İkinci mahkûm, başını gökyüzüne çevirmiş, “Allah’ım ne muhteşem bir gece, gökte yıldızlar pırıl pırıl” demiş. İşte iki mahkûmun aynı pencereden hayata bakışları... Hayatta da hep böyle oluyor. Aslında; güzellik kâinatın her zerresinde mevcut. Kuran-ı Kerim’de bir Ayet var. Her okuyuşta ürperiyorum: ”Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır.” Buyruluyor.

Önemli olan görmesini öğrenebilmek, o güzellikleri görebilmek. Yıllarca önceydi, Paris’te Louvre Müzesi’ni geziyordum. Oradaki muhteşem tabloların önünde gönlümün kapılarını açmış, o güzellikleri özümsemeye çalışıyordum. Sıra Leonardo da Vinci’nin “La Jaconde” tablosuna gelmişti. Yıllar var ki hep o muhteşem tabloyu görebilmenin heyecanı içinde beklemiştim. Öyle muhteşem bir güzellik ki; kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. O sırada bir grup geliyordu. Grubun en önünde geleni bir hanım, tabloya baktı, alaycı bir ses tonuyla: “Mona Lisa dedikleri meğer bu kokonaymış.” dedi. Sonra uzaklaştılar. Ben de ister istemez iki mahkûmun pencereden bakışlarını hatırladım. Hayat olayları hep böyleydi. Onun için görmeyi öğrenmek son derece önemli. Yunus Emre; “Gören göz değil gönüldür.” diyor. Herkes bakıyor ama herkes göremiyor. Japonlar, bir resim sergisine giderken, önce banyo yapıyorlar. Temiz çamaşırlar giyiniyorlar, evden çıktıkları andan itibaren kimseyle konuşmuyorlar, kendilerini sergideki güzellikleri görmeye hazırlıyorlar. Serginin kapısından dua ederek içeri giriyorlar ve her tablonun önünde sanki bir hükümdarın önündeymiş gibi, saygı ile durup o tablodaki güzelliği algılamaya çalışıyorlar. Sergiyi gezerken kesinlikle konuşmuyorlar.

Doğruyu, güzeli görebilmenin bir şartı da bütün önyargılardan uzak, objektif olarak olaya bakabilmektir. Çünkü bir önyargı bizi birçok güzelliklerden uzaklaştırabilir. O zaman bakarız ama göremeyiz.

Ressam John Marin der ki; “Size bir temrin olarak şunu telkin etmek isterdim; bir kere olsun aklınızı ve dostlarınızın aklını evde bırakarak, yalnız iki gözünüzle sokağa çıkınız. Öyle şeyler görmeye başlayacaksınız ki şaşıracaksınız.”

Her ne kadar Yunus Emre “Gören göz değil, gönüldür” diyorsa da, önce gönlün arı, duru, tertemiz bir hale gelebilmesi gerekir. Peki bunun için ne yapmamız lazım? Yapılacak şey ortada: Tertemiz bir hayat yaşamak, yalandan uzak, dedikodudan uzak, cimrilikten uzak, Allah’ın ve Peygamberin yolunda giderek yaşamak… Bunları yapmadıkça sadece kendimizi kandırmış oluruz. Hazreti Peygamberin öyle Hadisleri var ki ancak onları uygulayarak, günlük hayatımızda yaşayarak gönül sahibi olabiliriz.

Günlük hayatta çok sık işittiğimiz bir söz vardır: ”Benim kalbim temiz.” derler. Sanki mübarekler kalplerini deterjanla temizlemişler. Kendilerini ne güzel aldatıyorlar. Yıllarca, binlerce insana sordum: Peygamberimizin “Ya hayır söyle, yahut sus." Hadis-i Şerifini bütün nüanslarıyla uygulayabildiğiniz mi?” diye… Bu güne kadar hiç kimseden “Evet” cevabını almadım. Allah, cümlemize bu Hadis-i Şerifi uygulamayı nasip etsin.

Görmek, bütün varlığımızla baktığımız her ne ise onun derinliklerine inebilmek, onu olanca varlığımızla sevmek demektir. Görmek heyecan demektir. Görmek aşktır. Acaba insanlar görmesini bilselerdi, bu ülkede bu kadar çok boşanma olur muydu?


SABRİ TANDOĞAN
HAK-SES, NİSAN 2012

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]